28 Aralık 2009 Pazartesi

iki

bazı arkadaşlar yıllarca görüşmeseler de tekrar karşılaştıklarında kaldıkları yerden devam ederler. o kaldıkları yerde de çok durmazlar, hemen birlikte ilerlemeye başlarlar. geçmişten çok bahsetmezler, kısaca neler olduğunu özetlerler, sonra da... sonra olur.

güzeldir zamansız arkadaşlıklar.

27 Aralık 2009 Pazar

bir

yine çok zaman oldu.

yine
neyi
niye
yeni

yazmak...

üç noktanın üçü bir değil ki.

kim kime kimin hakkı?

ve bildiğim bir şey var ki: "tüm hakkılar haklıdır."

yazmak, haksızlıktır.
neolan?

3 Aralık 2009 Perşembe

iki

günlerdir konuşacağız, bir türlü bir araya gelemedik. kısmet, yarın kalabalık ve gürültülü bir ortamda beraberiz. bir askere gönderme bir de neden olduğunu anlamadığım toplaşma. nescafe ikisi bir arada.

bitişler ve başlangıçların çok kendine özgü birer havası var. ikisi de heyecana neden oluyor ama tamamen farklı heyecanlar. ne tuhaftır ki, bugün bir başlangıç için adım attım ama gereken duygu yoktu içimde. sanki olmayacağını, olsa da pek bir şeyin değişmeyeceğini bilir gibi. değişim de zaten ne demekse...

galiba beklentilerimizi ve hayallerimizi belirlememiz gerekiyor bir yerde. çünkü nereye gideceğini bilmiyorsan hiçbir yol aradığın yol değil. kimsenin olmadığı çok uzaklara kaçıp gitse de sıkılır böyle bir insan sanırsam, hiçbir yerde aradığını bulamaz.

yine de beklentiler konusunda ister bilinçli olsun insan, ister cahil, aklını kaybetmemeli hiçbir zaman. sonuçta işin ucunda yaşamak var.

29 Kasım 2009 Pazar

bir

üç gündür başım ağrıyor, çok fena.

bu aralar kimseyle olmak istemiyorum gibi, kendimle vakit geçirmem en iyisi sanki.

aklıma takılıyor: "jilet gürbüz'le dağcı seyfi topal harun'u çok dövmüşler."

delirmemek gerek. işin ucunda yaşamak var.

28 Kasım 2009 Cumartesi

iki

"erzincan bir liman, ben bir gemi,
bir daha gelirsem s.ksinler beni."

askeriyenin tuvaletine yazmışlar. ben yine ve umarım son kez erzincan'dayım. bir sürü iş var, aklıma düzgün bir şey gelmiyor. ilham almak için etrafa bakayım diyorum, her yer dağ anasını satiym. ayrıca bokum donuyor burada. üstelik hava erzincan şartlarına göre gayet güzel. normalde diz boyu kar olması gerekiyormuş, bu yıl dağlardan aşağı inmemiş henüz. küresel ısınma mı desem, annemin duaları mı desem, hava mevsim normallerine inmemekte direniyor. kardeş döndükten sonra sıcaklıkta ani düşüş haberleri alırsam annemi evliya ilan edeceğim.

ucuz içki geldi kıbrıs'tan, ben henüz göremedim. hayatımın kadınıyla da aylardır bir araya gelemedik. bir şekilde kimseyle görüşemiyor gibiyim. kendi isteksizliğim mi, doğa şartları mı, kozmik denge mi bilemiyorum. bir yandan da bu insanları görmek istiyorum aslında. ama bu aralar konuşmaktan ziyade dinleyesim var.

metroda mütemadiyen gördüğüm kayıp gül'ü okudum. iyiymiş. çok etkilenmedim ama. kitap kötü olduğundan değil, bildiğim ve tartışmak istemediğim şeyleri anlattığı için. uyuzun teki olduğum için pek sallamadım da diyebilirim. ya da erzincan'ın moralim üzerindeki etkisi yüzünden. pergel yazdığı için kara istanbul'u okumak istemiştim ama gittiğim kitapçıda kalmamış. dönünce bakacağım tekrar.

belki de sorun erzincan'da değil, odamın tek başınalığını özlemiş olmamda. burası kalabalık, üstüme geliyor. odada saklanacak yer yok. kendi odamda sadece duvarlar üstüme gelirdi bazen. burada ise yalnız kalmam zor. odadan çıkınca, normalde koku almayan burnum yüzlerce ağır tacize maruz kalıyor. daha da dışarı çıksam çok soğuk. bu şehir ne yapsa bana yaranamayacak. burada polyanna olamıyorum.

yine de neyse ki internet ve kitaplar var.

27 Kasım 2009 Cuma

bir

epeydir sessizdim. böyle, tuhaf bir şekilde.

hani geyik yapmak istersin de tadı olmaz, hani bir yıldız kaymaz ya birden. işte öyle bir şey.

evet: istifa ettim.
hiç kolay olmadı.

baştan kabullenin: her ayrılık zordur efendiler.

sonra komtan kardeşimi kıbrıs'a götürdüm. gitmişken de birkaç gün kafa dinleyeyim dedim. kafa dediğin şey de nasıl dinleniyorsa artık, öyle.

hayatımda ilk kez kumar oynadım. tabii ki kaybettim.
ama o kadar içkiyi o kadar ucuza almak çok zevkliydi. teselli ödülü kıprıs'ın olsun, bana ne.

sonra, telefonum çok çaldı. ayrılanın arayanı çok mu oluyor, ne.
işe gider gibi evden çıkıp dışarıda epey vakit harcadım. harcamak yerine geçirmek fiili de kullanılabilirmiş bak burada. niye edilgense artık deminki cümle, bilemedim.

hem kafamda bir şeyler var, güzel şeyler. hem freelance yaşamak istiyorum bir süre. yaşamak kısmı becerilecek gibi değil de çalışmak kısmı cici kısfmet işte.

sonra...

ne boktan bir metin bu be. of.
söylenmesine gerek yok, gayet farkındayım.

dönüşüm kurdeşen oldu.

12 Kasım 2009 Perşembe

iki

bence bir süredir, hatta belki de uzunca bir süredir hayatında bir değişiklik olmasını bekliyordu. benim heyecan dediğim şey, belki de hiç heyecanlı olmayan türünden. çünkü tek başına kalıp kafayı dinlemek bile bazen heyecan vericidir.

bu en güzelinden bir değişiklik. rutinden kopmanın ve belirsizliğin getirisi. oldukça korkutucu, bir o kadar da heyecan verici. ne de olsa heyecan dediğimiz şey bir endişe değil midir eninde sonunda? yeni bir işe başlarken yaşanan "tatlı heyecan" aslında korkunun harekete geçirdiği adrenalinden başka nedir ki?

işte o zaman kalbinin gerçekten çarptığını hisseder insan. karşısındaki kocaman bilinmeze sadece bir panik atak uzaklıktadır.

ben bunu, sıradan olandan biraz uzaklaştırdığı için severim. başkaları sevmeyebilir, bilemem. ama o ürkütücü yenilikler, sonucu boşluk olsa bile bir şeyleri harekete geçirir ya, işte ondan vazgeçmek zor. ne de olsa o boşluk da kesin değildir, her şey koca bir bilinmezdir.

ben sevindim açıkçası. bekle o'nu ağva. seni çoktan haketti.

bir

birinin seni evcilleştirmesine izin verirsen gözyaşlarını da hesaba katmalısın.

di mi küçük prens?

ağlamasınlar,
ay kuit.

ağva beni bekliyor...

11 Kasım 2009 Çarşamba

iki

bazen insan seviniyor be. sevilenler kendilerine zarar veren bir şeylerden vazgeçtiğinde falan. vapurlar geçince falan. çoğul çoğul cümleler kurunca falan. iyi yani bu.

çok alakasız şeylerle duygusal bağlar kuruyoruz ya bazen, bak o çok gereksiz işte. git ailenle, sevgilinle, arkadaşlarınla duygusal bağ kur. kalan herkesle selamlaşmasal ve işsel bağların olsun, mahallendeki bakkalla bile fazla kaynaşma. aman evladım, sakın kimseye fazla yaklaşma, kendine yaklaştırma. iyidir bu duvarlar. cidden bak. kendine birkaç kişi seç, onları sev sadece. kalanı gereksiz. kalanı zaten gidecek. sevdiklerin de gidecek belki ama "diğeri" dediklerim haydi haydi gidecek. fazla iz bırakmasınlar en azından, sadece mutlu anlar kalsın aklında. çünkü yaklaşınca, yaklaştırınca olmuyor o iş. biri birinin damarına basıyor mutlaka, basmasa da hafiften tekmeliyor. ne gerek var efendim? ne gerek var üzüntüye, sıkıntıya?

çünkü hayat bu. hayat ne evde yaydığın zaman, ne çalışarak geçirdiğin günler, ne de arkadaşlarınla attığın kahkahalar, döktüğün yaşlar. hepsi senin hayatın, hiçbiri olumsuzluklarla azaltılmamalı.

ben bu yüzden seviniyorum işte. sevdiklerim azalmayınca, kendilerine gelince güzel oluyor. iyi ki yapılıyor bu acayip hareketler.

10 Kasım 2009 Salı

bir

birinin ayrılacağını beyan etmesi ne acayip.
tekrar düşünmesi için zaman tanınması.

çok sevmenin her zaman işe yaramaması ya da yetmemesi işte, her neyse. ne.

gidiyorum ey okur.
düşünüp taşınmakla kalmadım işte, kendime taşınıyorum.

uzun uzadıya fenalaşmayacağım şimdi, zaten gitmeler tam bana göre.

pazar günü de zor asteğmen'e kız istemeye gittiydik, öfspor. neyse ki hanım kızımız muradına erdi de komtan da neşelendi. pazar sabahı gidiyor kıbrıs'a. 9 ay daha. doğum sancısı mıdır nedir mübarek.

30 yaşındayım ve şu cümleyi kurabiliyorum: "hayatta en kıymetli şey, kendimim, benim." şimdi bir ton ıvır zıvır, sessiz çığlık, sorgulu sual falan da... eh be. bu bana lazım işte.

ben kendime lazımım.
sonra sana.
sonra size.
sonra onlara.

ağva...
niyeyse, işte oraya.

başka hiç.
başka kapalı.

dinlenmek falan değil.
ben olmak için.

benim için: biraz değil, tam ben.

lütfen!

9 Kasım 2009 Pazartesi

iki

bir kış uykusu hayvanı olduğumdan mütevellit bu sabah da çok uykum vardı. ritüel gereği akşama kadar uyanamayacağımı, saat beş gibi uykusuzluktan delirip neşeleneceğimi düşünüyordum.

müzik dinlemek istemiyordum, kitap okumak istemiyordum, işe de gitmek istemiyordum açıkçası. yaklaşık iki haftadır parlak fikir bekleyen bir konu vardı. gecenin bir yarısı öksürerek uyandığımda aklımda olmasına şaşırdığım bir konu. bir şeyler çıkmıştı ama devamını getiremiyordum. çünkü bu da diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir üründü ve diğerleri gibi kendini en iyi olarak konumlandırmıştı. galiba reklamcılığın güzelliği ve iğrençliği tam da bu noktada kesişiyordu.

dolmuşta uyuyup metroya doğru sıkıcı bir yürüyüş yaptım. merdivenlerin bir bölümünü özgür irademle indim, bir bölümünde basamağın beni aşağı taşımasını bekledim. sonra metronun gelmesini bekledim. sonra binmek için sıranın bana gelmesini bekledim. sonra metronun kalkmasını bekliyordum ki...

içeri yaşlı bir çift girdi. küçülmüşlerdi, boyları kısacık kalmıştı. ikisi de buruş buruş ve bakımsızdı. adamın kafasında bir fötr şapka vardı, kadın kahverengi giyinmişti. ve el ele tutuşuyorlardı.

bir durak ve o durağın yakınlarında olması gereken bir hastane hakkında sorular sordular. birbirlerinin sözlerini kesmeden ama birlikte konuştular. üstelik "biz geç kalmayı hiç sevmeyiz" gibi çoğul cümleler kuruyorlardı. tanımadıkları insanlarla konuşmayı seven bir çiftti galiba, bana hangi durakta ineceğimi bile sordular. aradıkları durağa ulaşınca da yine el ele tutuşup indiler.

uykum açıldı. yüzüme bir gülümseme oturdu. metrodan hafif adımlarla indim, sabah sabah sevdiceği aradım. telefondan bir öpücük gönderdim ona, yaşlı çifti anlattım.

sonra ajansa girdim, insanlara günaydın dedim. bilgisayarı açarken onlara da çifti anlattım. "sen de mi öyle olmak istiyorsun?" diye sordu biri. fazla açıklama yapmadım, kısa ve biraz aksi bir cevap verdim. yeniden uykum geldi. akşama kadar uyanamayacağımı farkettim.

bir

günlerden cumartesi idi.

bir yanımızda bira, bir yanımızda futbol, bir yanımızda da pizza vardı.

bingo!
o ne lan, sobe! (evet, bu daha iyi)

"babayı alırsın komşu" kupası, 16 kişilik dev kadrosu ile marşlar eşliğinde sahaya çıktı.

komtan ve çavuşlara özel gerçekleştirilen bu havai fişek gösterisi, kentaki tavuklarıyla şenlendi.

kutu yerine şişe bira olsaydı, bu hafta migros'tan yurt dışı tatili falan kazanabilirdik ey okur.

bir kere de sen yaz, biz okuyalım.

al sana bakış açısı.

(sıpeşil tenks tu matkap)

hadi öbdüm bay.

*
pisi: sevgi anlaşmak değildir, mühendis de sevilir. (kaming suun)

7 Kasım 2009 Cumartesi

iki

genç kadın o gün evdeydi. pijamalarını çıkarmamış, sabahtan beri ertelediği banyoyu hala yapmamış, masa ve yatak ikigeni arasında turlamıştı. ikigenin çok saçma bir kavram olduğunu bildiği için araya bir de mutfak sıkıştırmış, 180 dereceyi tamamlamıştı. ufak da olsa yeni bir iş almıştı ama onu da sabahtan beri erteliyordu. bildiğiniz yayma günüydü yani. (bu paragrafı okurken aklından "mal gibi" benzetmesini geçiren biri olduysa teessüf ederim, arkadaşa öyle benzetme yapılmaz sevgili okur.)

genç adam da o gün evdeydi. evet sevgili pergel (nam-ı diğer dear pörgıl) senden bahsediyorum. ve (hah hah! sen kullanırsın da ben kullanmaz mıyım cicim?) genç adamla birlikte 15 erkek ve bir futbol oyunu da aynı evde bulunuyordu. hatta oyun muhtemelen birayla oynanıyordu. kahkahaları onlarca kilometre uzaktaki kulaklarıma kadar gelmişti. ne eğleniyorlardı kim bilir...

işte sevgili okur, bir cumartesi günü iki farklı bakış açısıyla böyle yaşanırdı. bundan çıkarabileceğimiz tek genelleme de erkek organizmaların konu playstation veya futbol olduğunda akıl almaz sayılarda adam toplayabilecekleriydi. şahsen ben 16 kadını bir araya getirebileceğimi tahayyül edemiyorum. belki "sizin de altın günleriniz var ama" diye itirazı yapıştıracaksın. ama yok öyle bir şey. en azından benim için yok. hem 16 kadın bulacağım, hem pasta, börek ve kısır yapacağım, bir de üstüne bana altın getirecekler. git allaaaşkına okur ya... sen beni ne sandın düdük? pizza siparişi verip iki kişi yemek varken...

kaldı ki buna bile üşeniyordum ve bırak bir arkadaş eşliğinde pizza yemeyi, kahvaltıdan sonra mutfakla ilişkimi neredeyse kesmiştim. annem "bu saate kadar bir şey yemedin mi?" diyene kadar baş ağrımın nedeninin açlık olabileceğini anlayamamıştım. ve evet, bu da böyle bir gündü. önce bir şeyler yemeli, sonra az da olsa çalışmalıydım. ne var ki yatağım yine beni çağırıyordu ve üşengeçlik iliklerime işlemişti.

bakalım maceramız ilerleyen saatlerde nasıl devam edecekti? ayrıca bu adamlar bira ve futbol yanında ne yemişlerdi?

6 Kasım 2009 Cuma

bir

pergeller ve matkaplar biralarla bir araya geldiğinde romantaktak! ile buluşuverdik. ve (noktadan sonra "ve" zengin gösterir bazen) bu buluşma için özel planlarımız vardı.

benzer olayları, salak hikayeleri, saçma durumları, farklı bakış açılarıyla dökmek. bir kadın ve bir erkek olarak, böyle değişik bir şekilde yansıtmak.

eh, ama gelin (damat biraz beklesin) görün ki o kadar kesişiyor ki içimiz, öyle bir benzeşiyoruz ki, cinsiyet falan hak getireyiz ki, sanırım başaramadık o süper kurguyu.

ama olsundu.

ben üzgün değilim. niye olayım? olsun varsın: bre hep böyle olsun.

ben böyle yazmayı seviyam. (fırat'a saygı!)

5 Kasım 2009 Perşembe

iki

küçükken daha çok balık yeseydim şimdi daha akıllı olur muydum? bugün aptal günlerimden biri. nöronlarım birbirinden kopmuş, beynime elektrik gitmiyor. ne parlak fikirler geliyor aklıma ne de anıları hatırlayabiliyorum. hiçbir şey yaşanmamış gibi değil, her şey bir perdenin arkasındaymış gibi. gün boyunca ne yaptım? bilmiyorum.

hiç sevmediğim günler bunlar. yaşanmamış günler gibi. neden geliyor, ne zaman geçiyor, hiç bilmiyorum. ben böyle günler yaşamak istemiyorum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

bir

hatırlamak?

iyiymiş de çevresi kötüymüş.
hatta unutmak hatırlamaktan daha iyiymiş.

rilke'yi severdim bir zamanlar.
şimdi sevip sevmediğimi hatırlamıyorum.

kim bilir şarkı neydi, defterde mi kalmıştı, hiç söylenmiş miydi, her konserde yanımızda mıydı, neydi.

ve ben, neydim.

geçmiş her şey niye güzel bir yanılsamaysa ve değilse,
son gördüğün rüya geçer öncekilerin önüne, öyle işte.

yok, ben artık her şeyi unutuyorum.

iki

yeni tanıştığımız zamanlardı. yanımda hep bir defter olurdu. taksim barlarından birinde buluşurduk. ben o zamanlar dark içmezdim. tarih milattan önce 1500, daha dark icat edilmemiş. konuşur da konuşurduk o zamanlar. bazen de susardık. bazen de yazardık.

öyle bir gün, yine limonlu bira içerken defteri aldın, yazmaya başladın. yeni bir parça çıktı. heyecanlandık, sevindik. erkan vardı bir de. o da sevinmişti.

hatırlıyor musun?

3 Kasım 2009 Salı

bir

yeni bir şarkıdayım.

"işimiz bitti."

nasıl dinlersen, öyle.

anlam dediğin çifttir.
tek başına yaşamaz.

kimsiz, nasıl, neyle.

30 Ekim 2009 Cuma

iki

ne kadar çok şey geçti aklımdan yazmaya başlayana kadar. hepsi birer cümlelik, kendi içinde anlamlı. şimdi hiçbirini yazmayacağım. o kadar bölük pörçük kaldılar ki, birleştirmeye çalışsam bir romanlık malzeme çıkacak.

bu roman yaşananları yazacağımız bir "tanıklık" olabilirdi. kadın ve erkeğin farklılaşan bakış açılarına daha uygun olurdu belki böylesi. ne uyduruk kurgular ne de yazılmak için yaşanmış olaylarla. ama yaşayarak. eğer yaşasaydık.

bir matkap bir pergele "bre pergel gel beraber bir 'romantaktak!' yazalım" demiş. ortada bir olay olsaymış bakış açılarına göre ameliyata alacaklarmış. ne var ki ellerinde sadece iş, güç, birkaç cümle, birkaç düşünce varmış. bunun dışında, ikisinin de askerde kardeşi varmış. ikisi de nefes'i izlemiş ve dağılmış. ama kardeşlerinden değil, film çok gerçek olduğu için. yoksa ikisi de biliyormuş mevcut şartlarda kardeşlerinin ciddi zarar görmeyeceklerini. yine de bilirsiniz, özlemek çok başka bir şey.

yok işte, bir olayımız bile yok. metrobüs geldi geleli yollarımız da ayrıldı. artık eve birlikte dönmek zor. elimizde bir dostluğumuz bir de her zaman korumaya çalıştığımız samimiyetimiz var. bunlar yeter herhalde yaşama dair bir roman yazmak için. kurgusuz, hiç komik veya eğlenceli olmayan, olabildiğince gerçek bir roman. ne kadar oluyorsa.

bir

her şey geçer, hiçbir şey geçmese de.

hayat kalırmış bir tek. öyle diyor şarkıda.

peki, geçer mi geçmiş?

şimdi, bu romanın sağlam bir kurguya ihtiyacı var.
eksikliğimizi örtemiyoruz bir türlü.

ha, tamamlanınca eksik kalmaz mı? orası ayrı.
ya da değil.

her şey birbirinden ayrı yazılır, hiçbir şey gibi.
ama işte değil, ayrı.

uzaylılar gelip kaçırsa mesela?

hmmm.. ya da bir uyansak ki bu zamana uyanmasak..

ı ıh. bu da yapıldı.

böyle asit masit karışsa da ayrana bedenlerimizi değişsek hani.
ben o olsam, o ben olsa.
böyle eğlenceli falan olsa.

ulan o kadar çok şey var ki yapılan, ne yapacağını bilemiyor insan.

eh, insan işte. nereden bilsin zaten.

yazılacak her şeyin çoooktan yazıldığını düşünürdüm küçükken.
ama yazıyoruz hiç durmadan, gördüğünüz gibi.

kelimeler...

oyuncaklar...

kıran, kırılan, kırdıran, döken, dökülen, kanan, kanatan, kanayan, kanatlandıran, kanat kıran, yaran, yaratan, yardıran, yaralayan, lanoğlulan.

yaz kardeşim.

çıkmaz sokaklar nereye çıkmaz?

vazgeçmiyorum sormaktan.

27 Ekim 2009 Salı

iki

tam zamanını hatırlamıyorum. buna neyin sebep olduğunu da. sadece nasıl hissettiğimi biliyorum. çok yalnız, neredeyse terkedilmiş. bir o kadar da suçlu ve kabullenmiş.

bir sabah uyandım. inandığım hiçbir şey bana günaydın demedi.

nereye kaybolduklarını merak ettim. yatağımın altına baktım, odaları şöyle bir dolaştım, en son buzdolabına bir göz attım. bir ağrı kesici aldım. o sabah kafamda onlarca ölümün ardından gelen bir doğum sancısıyla uyandım.

pek bir şey değişmemişti sanki. artık içimde ne allah korkusu kalmıştı, ne aile sevgisi, ne de toplum öğretisi. öyle bir reddedişti ki bu, o sabaha kadar neyle yaşadıysam silinmiş, ardında kocaman bir boşluk bırakmıştı. ayaklarımın altındaki zemin kaybolmuştu sanki, sırtımı yasladığım duvarlar, tutunduğum dallar birden gitmişti. çok, çok yalnızdım ve o zamana kadar "iyiliğim için" dayatılan her şeyi reddetmekle suçluydum. yer yarılsaydı da içine girseydim, bu halimle cehennem bile kabul etmezdi beni. ama kıyamet kopmamıştı, pek bir şey değişmemişti. hayat devam ediyordu ve okula gitmem gerekiyordu.

hazırlandım, servise bindim, okula gittim ve dersin başlamasını beklerken kafamı masaya koyup duvarı izledim. ya çok donuktu bakışlarım ya da gözlerimi kırpmıyordum. birileri gelip merakla suratıma baktı, omzuma dokundular. kafamı kaldırmadan gözlerimi onlara çevirdim, bir şey söylemedim. neden ölü gibi göründüğümü sordular. yaşadığımı söyledim.

bunların ne zaman olduğunu düşündüğümde hep 12 yaşım gelir aklıma. sanki ilkokulun bitimi sadece öğrenmek değil, öğrendiklerimden sonuç çıkarmak için uygun bir yaşmış gibi. masum yaşadığım son yılmış gibi. sonrası tam bir katliam.

anka kuşu kendini yakar ve küllerinden yeniden doğar. peki aynı kuş olarak doğabilir mi?

bir

bazen baş ağrılarımın beynimdeki doğum sancıları olduğunu düşünüyorum, demişti ya artiz niçe efendi, hani bir yıldız kayar ya birden, işte öyle bir şey.

ve herkes bienalde: "insan neyle yaşar?"
asıl soru şu olmalıydı: "insan neyle yaşamaz?"

tüketim toplumu tespitinin üstünden yıllar geçti, altından kim bilir neler. israf toplumuna hoş geldiniz. insanın kendi kendini israf edecek kadar müsrif olduğu o güzel topluma.

toplumu sevmedim hiçbir zaman, babasını da sevmezdim.
toplumun öğrettiklerinden iyi bir şey çıkmadı ki hiç, neresinden sevsem elimde kalır.

çünkü inanç yitirilen bir şeydir.
kaybolmak ve kaybetmek... işte bunu öğretirler durmadan.

ve hiç de durmazlar.

tak bakalım kulaklığı, ne çalıyorsa bahtına.

ve ben şarkımdan vazgeçmek istemiyorum oysa.

26 Ekim 2009 Pazartesi

iki

insanlar yazacak bir şeyler buluyorlar. ne tuhaf. ben mesela. o mesela. tam olarak ne kastettiklerini bilmesem de "sanat"la uğraşan veya bir dönem uğraşmış iki kadın mesela. az önce okudum, yeteneklerinden falan bahsediyorlar. şahsen cesaret edemiyorum ben "yeteneğimden" bahsetmeye. kalem tutup birkaç cümle yazabildiğimi biliyorum elbette ama yetenek... bak işte, o başka bir şey.

örneğin şimdi hem yeteneksiz hem de fikirsizim. fikirsiz değil de kelimesiz belki. malumunuz, konumuz rahatsızlık. daha da kötüsü, sebebi bilinmeyen, doğum sancısı gibi hissedilen rahatsızlık. herkes bilir de kimse yaklaşmak istemez hani. bende de öyle. hiç yaklaşmak istemiyorum bu konuya. rahatsızlık da bilir istenmediğini, bir süre sonra kendi kendine çeker gider zaten. ama gidene kadar...

ah bu doğum sancıları... çıkacak çocuğun sağlıklı olması tek dileğimiz.

bir

içim rahatsız.

tamam, ben zaten her daim rahatsız etmekten rahatsız olan bir rahatsızdım da..

bu kez başka türlü bir şey.

içim rahatsız, gerçekten.

büyük bir değişimin başlangıcı belki, belki de aslında hiçbir şey. tam tarif edemiyorum. herkes bilir, kelimeler yetmez bazen.

hiç düşündünüz mü? tarif ve itiraf aynı kökten nereye geliyor.

bir şarkı yazasım var, böyle acayip bir şey, böyle ibne gibi, karpuz gibi bir şey.

bir şey var.

bir yerde bir şey var.

kim bilir bulunmak üzere.

kim.
kimle.
nerede.

22 Ekim 2009 Perşembe

iki

tatil dönüşü kafam bulanık. sorunum, olan biten her şeyden çok keyif almış olmam. ikiye bölünmüş gibiyim.

bir kutup romantik. büyük heyecanların, kendini kaptırmaların, büyük depresyonların ve çok yüksekten yere çakılmaların taraftarı. "tamam işte," diyor; "daha ne istiyorsun? kontrol sende olduğu sürece sorun yok. kendini kaybedecek değilsin ya?"

diğer kutup bilinçli, neredeyse sillesini yemiş, yoğurdunu üfler gibi. "keyif veren hemen her şey böyledir," diyor; "zararsız görünürler, kontrolün sende olduğunu düşünürsün. iş işten geçince de çok güzel oldukları için bırakamazsın onları. kendinden vazgeçersin de ondan vazgeçmek istemezsin. aman dikkat!"

tek kaşım kalkıyor, yüzümde ciddi bir ifade. mantığım kontrolü ele aldığında böyle olur hep. bilincim konuşuyor, sesi sakin, yumuşak ama tonlamaları kesin, ipek eldivenin altındaki tokat gibi.

"sana keyif alma demiyorum, hobi olarak yine al. ama sakın ola kendini kaptırma, sakın zaafa dönüştürme. o zaman her şeyi kaybedersin."

şimdilik ne vazgeçilmez bir alışkanlık ne de dayanılmaz bir özlemin öznesi. ama bu düşünce aklımı kurcaladıysa bir bildiğim vardır. bildiğimden ziyade, kaybetme korkum oluşmaya başlamıştır.

bu da demektir ki, yeniden işe odaklanma vaktim gelmiş. pazartesiden itibaren ne aşırı keyif kurcalayacak kafamı ne de kaybetme düşünceleri. herkes işine dönecek, herkesin aklı başına gelecek.

çünkü ne demiş büyüklerimiz sevgili pergelim?
"bizi çalışmak kurtarır."

20 Ekim 2009 Salı

bir

ve şair burada kime seslenmişti ki:

"bence kaldırmalı bu doğum günlerini
insan bir yas gibi doğuyor yeniden."

nefes'i izledim, vatan sağ olsun.
titredim de kendime gelemedim.

ah...

anlaşılmak! - değil mi ama - sanki kimsenin olamaz.

19 Ekim 2009 Pazartesi

iki

tapu katastrof müdürlüğü ihtişamla sunar: bugün benim doğum günüm.

ne de sevimliyim bugün. haftanın ilk işsiz gününü kutluyorum, kendime tatil hediye ettim. çalışmamak daha ilk günden ne iyi geldi. içimdeki hayli boktan duyguları birazcık bile azaltmış değil, karamsarlığın doruklarında yaşıyor gibiyim ama vallahi de iyi geldi. şalterin indirilmesi başka bir şeymiş. şimdiden "bitecek ve her şey yeniden başlayacak" diye düşünüyorum. şu güzelim anın keyfini çıkarmayı bir türlü beceremiyorum bu aralar galiba.

kahraman türk askerim, üç kornerim bir penaltım, ablasının biricik conisi mektup yazmış bana. ağlattı, sonra güldürdü. çok salak bir kardeş kendisi, çok seviyorum. bir de "doğum günün kutlu olsun kardeşim" yazılı bir künye (askerlerin boyunlarına taktıkları şey künyeydi galiba) göndermiş. yutkundum. düşünüp düşünüp yutkunmaya devam ediyorum. neler düşündüğümü söylemek istemiyorum hiç.

pergeller ve matkaplar'ın en kötü yazısı oldu bu. kusura bakmayın. hatta doğum günü hediyesi olarak anlayış verin bana, hiçbir şey anlamasanız da.

bir

içim sıkkındı.
bu halde bir şeyler geveleyip tadını kaçırmak istemedim.

ne de olsa bugün onun doğum günüydü.
canım katastrofumun doğum günü.

bık bık edip kelimeler arasında debelenmektense bildiğim en güzel kutlamayı kondurmak istedim hikayenin tam göbeğine.

yağmur yağsın
güneş açsın
gökkuşağı insin başına

gül biraz
bugün sen
giriyorsun yeni yaşına


'böyleyken böyle' ne demek hiç bilemedim ama bilemeye başladım bıçaklarımı. delinin körü değil artık onlar.

bir şeyler değişecek.

ve pek yakında...

12 Ekim 2009 Pazartesi

iki

bir hatamı yakalamıştı. pek de incelikli göstermişti yazdıklarımı yeniden okumadığımı. dikkatsizlikti işte canım... zaten bu yazar kısmı çok dikkatli olsaydı redaktörler ne işe yarayacaktı?

her neyseydi efendim, her neyse.

bir cumartesi akşamıydı. bir oturma odasıydı. bir muhabbettir gidiyordu. bira vardı. soğuk soğuk, güzel güzel dökülüyordu boğazlardan. ılık sütten çok farklı, bin kere içilmiş biralar ve bin kere kurulmuş cümleler vardı etrafta. sosyalleşmek diyorduk bunun adına.

sonra bir adam geldi, yanıma oturdu. bin kere gördüğüm değil ama az çok tanıştığım, "ne var ne yok" seviyesinde olduğum bir adam. kafası çok güzel olsa gerekti, evdeki tek kadınla kadınlar hakkında konuştu. ikimizde de masumiyetten eser kalmamıştı herhalde. ama o umutsuzca arıyordu, ben kaybetmiş olmaktan memnundum.

çünkü yıllarca bir sürü bilgi biriktirmiştim kafamda. şimdi pek çok konu hakkında konuşabilir, ufacık bir falsoda insan harcayabilir, gerekli görmediğim herkesi eleyebilirdim. öyle bir eleme süreciydi ki bu, çevremde gereksiz insan kalmamıştı. kafamın içi beyazdan o kadar uzaktı ki, bir kere aşık olmayı denemiş, denemeye gerek duyduğum için başaramamıştım. öğrendiğim her şey sadece yolumdaki engelleri kaldırmıştı. sonra beyazdan benim kadar uzak, bazılarının leke saydığı renklerinden benim kadar memnun olanı bulmuştum.

sonra yatmaya gittim. sonra o geldi. sonra suratımı göğsüne yapıştırdım. kalbinin atışı, teninin kokusu, okşayışı, öpüşü, sevgisi sevindirdi beni. artık bir değildik, yeni değildik, zihinlerimiz ilk şaşkınlığından sıyrılmıştı. ne masumiyet ne de bilinçsiz bir çekim vardı bu işte. kimi sevdiğimi, sevgimin nedenini bilerek, kendimi olduğum gibi ve istediğim kadar açarak kucakladım onu. ayrı vücutlardaki kalplerimiz, farklı ritimlerle, birbirlerine bir ten uzaklıkta attı.

adem ve havva bilgi ağacının meyvesini yiyerek ne güzel bir iş yapmıştı.

9 Ekim 2009 Cuma

bir

yine bir oyunla karşı karşıyaydım.
acaba niye "stranger" yerine "strager" kelimesini kullanmıştı?

ah, kelimeler ve hep sözde kalan sözler.

ben ki nasıl da unutmuştum böyle bir şeyi yazdığımı
ve daha da mühimi, nasıl başarmıştım böylesine hissetmeyi?

ah ne ki.

*

ılık sütler döküldü boğazımdan
nasıl bir bırakıştı ki bu
daha önce bilmediğim
içimi sunar gibi incelikli ve telaşsız
sanki söküldü tırnaklarım
söküldü dişlerim de
seninkilere eklendi
eklendikçe çoğaldık
çoğaldık ve hep çoğaldık
yasladım binlerce başımı
milyonlarca göğsüne
kalakaldım öylece
söylemek istedimse bir şey
bilmiyorum istedim mi
söyleyemedim işte
nabzım mıydı koşturan
dökülmelerin peşinden
ve sökülmelerin
durdum öyle
yani durmadım da
durmuş gibi oldum
ne bileyim, öyle
ilk kez tanışır gibi
bir güvercine yem vermekle
ve tırnağını koparan bir çocuk mahçupluğunda
bilemedim bilemedim bilemedim
sustum
yani konuştum da elbet
ama söylemedim ki bir şey
söyledimse duymadım ben
duydukların sana kalsın
döküldü sütler boğazımdan
ılık ılık söküldü
aktı damarlarımdan bir şeyler
bilmediğim, anlamadığım bir şeyler
o bir şeyler ki
ne dedimse öyle
sana ben.
uyusam istedim
ve uyusan
uyusak o uzak beyaz çarşaflarda
uyanmayana kadar.
ki kalkarız
iç içe geçer etlerimiz
geçeriz kendimizden
herkes uyurken
biz saymayı unuturuz
ilk kez görür gibi bir denizi
ve ilk kez görürüz
hep.



[29.09.2006]

iki

delilik delilik dedikleri bir erasmus birkaç huni... eski deliriumlardan kimse kalmadığına göre delilik üzerine yazacaklarım atıp tutmanın ötesine geçemeyecek. hazır mıyız cevat abi? (evet!)

öncelikle şunu belirteyim, deliliğin övülecek bir yanı yok. bunu gençken veya gerçekten delirmeden anlamak kolay olmayabilir. ben de kendimi delirtene kadar kavramı çekici buluyordum ama hiç de matah bir şey değil (benim deliliğim de fasulyedendi bu arada, hastalık babında hiçbir şeyi fazla abartamıyorum.)

yine mutluluk, mutsuzluk diye zırvalayacağım ama belirtmeliyim, mutlu adam delirmiyor. herkesin memnun olmadığı şeyler var elbette, kimse aşırı rahat değil. ama bazılarını delirtmek için pamuk şekerini elinden almak yeterli olurken, bazıları ciddi travmalara ihtiyaç duyuyor. hatta bazıları var ki, travma bile kesmiyor. deliremiyorlar da deliremiyorlar. neden? sağlıklı dna'ları, dengeli hormonları ve sağlam sinirleri yüzünden. demek ki delirmemek için beslenmemize de dikkat etmemiz gerekiyormuş, sağlam kafa sağlam vücutta bulunurmuş. di mi sevgili okur?

beyin öyle acayip bir makine ki, iyiyi daha iyi, kötüyü en kötü görmeyi sağlayabiliyor. bir de bunu öyle güzel bir mantıkla sarıp sarmalıyor ki şerefsiz, "o kadar da değil aslında" diyemiyor insan. oysa dengede yaşıyoruz biz. büyük trajedilerimiz yok. "sen hissetmiyor olabilirsin, bizi neden genellemene alet ediyorsun lan düdük" diyebilirsiniz. kendinize uygun bir ilaç yutun ve mantıklı düşünmeye çalışın. nihayetinde, dünyanın sonu gelmiyor.

hem nedir yani? çok katlanılmazsa ölürsünüz, biter.

neyse efendim, delirmek çok zor ve aynı zamanda çok kolay bir şey, demek istediğim bu. hatta en sevdiğimiz delilerden joker der ki, "all it takes is one bad day to reduce the sanest man alive to lunacy. that's how far the world is from where i am. just one bad day." bir diğer demek istediğim ise, biz kolay kolay deliremeyiz. dış etkenler o kadar da koymaz bize, içimiz sağlam. neşeli olmamız, bazen abuk subuk hareketler yapmamız ne delilikten ne de aşırı dertsizlikten. sizin taraftan bakınca normal görünmüyor olabilir efendiler! size göre yaşamıyoruz ki biz sizin değerlerinizle yargılanalım!

içimizdeki huzursuzluk belki sizi delirtir, belki "ignorance is bliss" diye tam da aptallara layık bir cümle kurmanızı sağlayabilir. ama şunu bilin ki prensim, bizler yaşıyoruz. yalnız hayatta kalmıyor, gerçekten yaşıyoruz.

son olarak, yine güzide insan joker'den bir alıntı, bilmeyeniniz yoktur: "whatever doesn't kill you, only makes you strager."

ilaçlarınızı aksatmayacağınız, dengeli günler dilerim. bakın deniz baykal beni dinlemedi, koskoca chp şimdi ne halde.

bir

ne yapıyorsam ben, yalnızca yapıyorum bazen.
hani "öylesine" derler ya, o biçim.

en sevdiğim sorudur "niye?" ve bazen niyesiz, niyetsizdir yaptıklarım işte.

çok fazla şey var kafamda, beni yoran, bana hayatımı yorduran, yolduran.

karar almak = karar vermek -->
kararlar birbirini götürür
almak = vermek
mi olur?

ömür dedikleri, uzun soluklu bir alışveriş değil midir.
alıp verdiğin, kim bilir kimleri yendiğin.

ve yenilen bir elma nasıl sevinir.

kalabalıktan uzak durmak iyidir.
köyle yatan, şaşı kalkar.
şarkı söylemek lazım.

hadi gelin, biraz delirelim.
(gülünmesin hemen, şair burada geline seslenmiyor)

8 Ekim 2009 Perşembe

iki

hastalığım bitti. zaten benim hastalığım öyle salak gibidir, ayran gönüllüdür, balık hafızalıdır, bir günü bir gününü tutmaz. geçti gitti işte. evde yatmam bile gerekmedi.

oysa ben de istemez miydim şımarıklık yapayım, manitam üfleye üfleye çorba içirsin, annem saçımı okşayıp "aç ağzını bakayım, uçak geliyoooo" diye şirinlik yapsın, bir gün işe gitmeyeyim de şirket batsın... ooof dostlar, of! yok işte, olmuyor. ne güçten düşebiliyorum, ne şımarıklık yapabiliyorum, ne de birileri hastalığımı umursuyor. şirkete de bensiz bir bok olduğu yok. paşa paşa devam ederler. yazar olmasa da iş yapılmayacak diye bir şey yok ki. hem onlara başka yazar mı yok? hahhayt! ellerini sallasalar ellisi! (ama var mı benim gibisi? dırınınım?!)

eskiden çalıştığım yerlerin benden sonra zorlandığı haberlerini almış, sık sık da geri çağrılmıştım. gitmesem de dönmesem de devam ettiler sonuçta, o kadar da mühim bir şahsiyet olamadım hiçbir zaman. şimdi düşünüyorum da arkadaşlarımın, sevdiceğimin falan hayatından çıksam bir şekilde, onlar da gayet devam ederler. nedir yani? her insanın bir yeri vardır, gittiğinde boşluğunu bırakır. o boşluk başka şeylerle dolar, dolmaz, bilemem. ama mühim bir nokta var ki sevgili okur (ayrıca sevgili pergel veya matkap kişisi); bir insan evladı size hayatının eeeeen ama en en en önemli şeysi (misal insanı, çalışanı, sevgi pıtırcığı, anlamı - özellikle de anlamı) olduğunuzu söylerse hiç çekinmeyin, çakın bir tane suratının ortasına. öyle bir tokat aşkedin ki aklı başına gelsin, hayatının kontrolünü o an eline alsın. bunu söyleyen patron olursa çakmayın ama ters ters konuşun, bıyık altından küfür edin. "o kadar önemliysem bana neden ortaklık teklif etmiyorsun lan hıyar" diye bağırın gerekirse.

çünkü efendiler, biliniz ki, eşşeğim diyene semer vuran çok olur. siz kendinize değer vermezseniz, enerjinizi sonuna kadar kullanıp da bunu gereğince takdir etmeyen insanların hizmetine sunarsanız, bir de üstüne inat edip aynı kafada devam ederseniz sinirleriniz bir yerden sonra kaldırmaz. öyle bir haftalık tatil de sizi kendinize getirmez. bile bile kaybedersiniz, bile bile tükenirsiniz.

siz de bu dertten mustaripseniz hemen reçetenizi yazayım: durun! herkes sizden bir şeyler beklemeye devam edecektir ama gerekirse kafanıza vura vura kendinize "hayır" demeyi öğretin. yoksa bir gün huniyi takar, hayır yerine "skerim hüleayn" dersiniz.

ay işte sevgili gönül dostları... ağzı olan konuşuyor, iyi mi?

ayrıca, hemen bir olay da anlatayım, tüy dikmeden bırakmayayım. dün "delirelim" dedi bana. ne cevap vereceğimi bilemedim çünkü ne yapacağımızı anlamadım. bilmece gibi de konuşuyor, 30 soru sormadan bir cevap vermiyor falan. ben de attığı oltayı tuttum, sordukça soruyorum. delirmek diyor yahu, boru değil. bir de bayağı delirmek böyle. nasıl oluyorsa? her neyse, sordum ben, o da "küstüm, söylemem" dedi. bunu da anlamadım. sorup da yine cevap alamayınca "eaaah" dedim. daha doğrusu, "git buradan" dedim. o da gitti.

beklemediğim bir şey değildi, gider o. belki bozulmuştur, bilmiyorum. ama bozulmasa da gider. şimdi de erkek bakış açısıyla, daha doğrusu pergel ve matkap yorumuyla dinlemek istiyorum neler olup bittiğini. akıllanmadım işte, hala merak ediyorum. hem deliliği, hem trip gibi yorumlanabilecek oyunlu cümlelerin nedenini.

hişşş... kime diyorum?

7 Ekim 2009 Çarşamba

bir

"iş hayatında herkesin bir yedeği var ama senin hayatında kendi yedeğin yok." dedi.

evet, buydu, hep, işte.

6 Ekim 2009 Salı

iki

hastayım. her yönden. bir çöküntü yaşadığımı söyleyemem ama harika sayılmam. kan ve mukus kaybım vücudumu, kendilerini kaybeden hormonlarım ruhumu zorluyor.

hasta olmak iğrenç bir şey. sanırım nefret edecek kadar korktuğum tek şey. bu konuda daha fazla yazmak istemiyorum.

yalnız bir dip notum var, en derinlerden geliyor: bir gün kendimi öldüremeyecek kadar hastalanırsam (ki bu fiziksel de olabilir, zihinsel de) beni öldürün. inanın çaresiz zamanlarımı görmezseniz beni daha güzel anacaksınız.

bir

ama olsundu.

3 gündür hastaydım. 3 (yazıyla "üç") ne acayip bir gün sayısıydı. az mıydı, çok muydu, bilmem ama sıkıcıydı.

hasta olmak çok sıkıcıydı. büyüklerin "her şeyin başı sağlık" demesinin bir nedeni olmalıydı. sıkıcılık, onların aklına gelmiş miydi bilmem ama voltran'ın başını sağlık oluşturuyordu.

üst üste iki cümlede "bilmem ama" bağlaması da beni rahatsız etmişti. evet, oldum olası rahatsız bir insandım.

rahatsız etmekten rahatsız olan bir rahatsız.

bu tanımımla bir ödül alsam sevinir miydim, bilmiyorum.

kalbimin pır pır etmemesi kimin suçuydu?

düşüncelerimi kontrol edebilsem übermensch olur muydum?

ve kalbim niye pır pır etsindi ki?

bu kadar delilik yeterliydi. fazlası zarardı. yok yoktu ama bok vardı.

ne var ki, ben böyle iyiydim.

bir şeyler yapacaktım, biliyorum bunu. nereden bilmem ama zihnim bir yerden ısırıyor. güzel, iyi bir şeyler. beni sevindirecek, gururlandıracak, gerçekten seviştiğim insanlarla gerçekten paylaşacağım bir şeyler.

belki de sevişmek hep yanlış kullanılmıştı. sevmek ve sevilmek bir arada olunca işteş oluyor, adına da sevişmek deniyordu. herkes bir şekilde deniyordu. ve ben seksin duygulu hali dışında kullandığım bu yeni anlamdan memnundum.

çorbama bol limon sıktım. karabiber iyi geliyordu. bunu diyen eski bir tanıdığımız ölmüş olmalıydı, annem öyle dedi. hiçbir şey anlamadım. gerçi ben tanımıyordum. 5 yaşındayken gördüğü birini nasıl tanıyabilir ki insan. lunaparkta bindiğim tırtılı hatırlıyorum bir tek. ha, bir de gülümseyen güzel ablayı.
ah, abla ne güzel bir laftı.

bir sıcak, bir soğuk olmak çok salakçaydı. bir terlemek, bir üşümek. hiçbir boka halin yokken ofisten aranmak ve acil işlerin yetişmesi için imdat çekici olmak.

küfredecektim, vazgeçtim.
ve yine yaptım işte.

"özür dilerim, bir daha hasta olmayacağım."
diye son meylim vardı bir de.

2 Ekim 2009 Cuma

iki

mesela şimdi yağmur yağıyor olsa. böyle kocaman kocaman gri bulutlu. ama asla kahverengi değil. böyle uçsuz bucaksız gri bir kumsal. ama üzerinde yürümek için değil, soğuk kumlara oturmak için. mayoyla falan da değil. gayet pantolonlu, montlu, uçuşan kaşkollu. sonra böyle gri bir deniz olsa, üzerine düşen damlalar dalgalar arasında kaybolsa.

ve tek başıma olsam. yalnız olmanın da ötesine geçsem, dünyanın o bölümünde bir ben kalsam. kumsalda kapladığım minicik alanda, kafamın üzerinde mor bir daire oluşturan şemsiyemin altında birkaç saat yeter.

istediğim zaman geri dönsem ve herkesi yerli yerinde bulsam. kimse bozulmasa, biraz uzaklaştığım için kimse kırılmasa.

herkesin bir yağmuru olsa. ister içinde şemsiye bulunmayan bir şarkıyla, ister bir film eşliğinde yorgan altında.

olmaz mı? olur.

1 Ekim 2009 Perşembe

bir

içimden hiçbir şey gelmiyor.

böyle bir şey yazmak istemezdim. üzgünüm.
yalnızca, gerçek bu.

güzelce bir uyusam, cep telefonunun alarmı olmadan uyansam, mükellef bir kahvaltı etsem ve hiç kimse olmasa.

hiç kimse, kim?

30 Eylül 2009 Çarşamba

iki

sinirliydim biraz. işle ilgili durumlar. başta ona kızdığımı düşünmüştüm ama aslında kendime karşı öfkeliydim. onu ne beceriksizliğinden dolayı suçlayabilirdim ne de nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığım şekilde geldiği yerden. başkalarının omuzlarına basarak yükseliyordu herhalde, bazılarının tek yeteneği budur ne de olsa. hata bendeydi. kendi işi olsa da yardım almadan yapamayacağını bildiğim bir şeyi onun ellerine bırakmamalıydım. "ne de olsa benim görevim değil" demiş, ne ısrar etmiştim ne de mücadele. bu başarısızlıktaki payımı yadsıyamazdım. kendime gerçekten kızgındım.

ayrıca bu aralar çok fazla uyuyor olmam hastalanmadan önce son kozlarımı oynadığımı veya kış uykusuna yatmaya hazırlanan bir ayı olduğumu gösteriyordu. ikinci seçeneği tercih etmeyip tüm kibarlığımla yarım litre kadar portakal suyu içtim. vitaminden başım dönüyordu. bünyem hastalığa dirençliydi ama bu kadar sağlığı kaldırması kolay olmayacaktı.

sinirli ve hastalığa meyilli olmam yetmezmiş gibi, bugün gayet boş bir gündü. uğraşacak bir şeylerin yokluğu canımı sıkıyordu. popomdan uydurmam, işsiz başımıza iş çıkarmam da mümkündü elbette. ama burada değil. denemiştim, görmüştüm. bir şey değişmiyordu.

çünkü bazen bir popo farklı anlamlar taşıyabilirdi. bazen fikir üreten bir beyin, bazen de bunları önemsemeyen bir göt...

konuştuk biraz, canımın sıkıldığından bahsettim. bir güzellik yaptı, beni bovlinge davet etti. böylesine vitamin deposuyken, canım da sıkılıyorken iyi olabilirdi. toplantıya gideceğini söyledikten sonra cinliği tuttu, "elinde ne var" diye sorup kaçtı.

o gidince elime baktım. çizgilerine, eklemlerine, kısa parmaklara rağmen oluşan zarif hareketlerine, kemirilmiş çirkin tırnakların bazı açılardan hiç de fena görünmediğine... çevirdim çevirdim baktım. elimde saatlerce oynayacak kadar malzeme, çizgilerin arasına saklanmış binlerce hikaye, parmaklarımı kaşındıran resimler, boş hayaller, harcanmış fikirler, nefis bir potansiyel, hayalkırıklıklarının nasırlaştırdığı bölgeler, atılmamış tokatlar, coşku dolu alkışlar, eğlenceler, heyecanlar, zevkler, boşluklar ve daha neler neler vardı.

mesela bu akşam da elimde bir bovling topu olabilirdi. ama ben eğlenceye katılmayı reddettim, başka bir şey seçtim. elimden bir nah çıkardım, şöyle bir inceledim. o kadar saçma bir hareketti ki gülmeye başladım.

ben güldüm, güneş açtı.

bir

- kuru kaçtan hesaplıyoruz?
- kuru pilavdan.

normalde bu tip sorular sormaz ama ben bu tip cevaplar veririm. niyeyse hiç şaşırmamışım, tak diye yabıştırmışım.

aşk meşk mevzuları için bana iyi bir ders vermişti. gerçi eskiden beri biliyordum bunu ama anlamanın çözmeye yetmediği bir zamandaydım işte. ne daha hızlı, ne daha yavaş, ne daha ileri, ne daha geri, ne sürükleyerek, ne durdururak.

yan yana.
aynı yolda, yan yana.
aynı yolda, aynı yöne, yan yana.

evet.
çıkmaz sokaklar nereye çıkmaz.

çünkü bir popo bazen sadece bir popodur.
göt değil. popo.

"elinde ne var?" diye sordum.
görecektim ve artıracaktım.

ve güneş açtı.

29 Eylül 2009 Salı

iki

ters giden bir şey olursa hemen uykulara yansır, rüyaları hatırlanmaya değer hale getirir. karmaşa da yoktur hani bu rüyalarda. ne sürreel görüntüler ne de fantastik ayrıntılar. sadece olan biten farklı bir dille anlatılır onlarda. gerçeğe nazaran çok daha rahatsız edici ve sembolik. daha bir ağlamaklı sanki.

ters giden bazı şeyler o kadar rahatsız edicidir ki, ne gerçeği istenir ne de rüyası. unutulmak için yaşanmıştır sanki onlar. bu yüzden anlatılmazlar. ne arkadaşlara ne de rüya tabirleri kitaplarına. anlatmak yerine sıradan bir gün yaşar insan. biraz mide bulantısıyla, biraz hissettirilmeyen iç sıkıntısıyla.

bazen sıkıntı o kadar doldurur ki insanın içini, yemekler ne boğazdan geçer, ne midede barınabilir. işte o zaman bir kısır döngüye girilir. güç kayboldukça gırtlak daralır, mide tutmadıkça yaşam enerjisi azalır. biraz sıvıya tamah eder bünye, sinirler yıprandıkça yıpranır.

kısır döngünün bir diğer yüzü de yıkımla alakalıdır. çünkü ortada uydurulmuş bir kehanet vardır. hayır efendim, tanrı kimsenin kulağına fısıldamamıştır böyle bir şeyi. düpedüz uydurmadır. ve ne kadar uyduruksa o kadar gerçekleştirilmeye çalışılır. bir kişinin yanlışı yüzünden bütün insanlık suçlanır. en değerli olan bile "sen de aynılarını yapacaksın" diyerek yaftalanır.

sonra gün gelir, o kadar üstüne gidilir ki bu kıymetlinin, aynılarını yapmaya zorlanır. üzüntüyle birlikte rahatlama gelir. ne de olsa haklı çıkılmıştır. bir ilişkinin daha içine edilmiş, hiç yoktan iki kalp kırılmıştır. biri göğsünü yarıp içini gösterene aittir; diğeri kırık kalbin sorumluluğunu üstlenene. o da aşkından mı kırılmıştır, aslında kendisine ait olmayan bir sorumluluktan mı, bilinmez.

evet, bazı insanlar yok etmeye programlanmıştır. ama sadece kendileri tarafından. "ne yapayım, ben böyleyim" demek insanın canını acıtıyorsa, böyle olmak istemiyorsa, hiçbir sihirli değneğin olan biteni değiştirmek için gelmeyeceğini anlamalıdır.

ne yaşatmayı, ne yok etmeyi seçtiğimiz zaman...
kendi yalnızlığımızda kavrulup sadece ortak paydalarda birleşmeyi başardığımız zaman...
belki de huzurlu olacağız.

çünkü aslında kimse, bir başkasına, kendinden fazla değer vermez.

bir

yine bölük pörçüktü uykum. bir süredir böyleydi işte.
ve yeniden peşime takılmıştı kusmalarım, ben sustukça.

gözkapaklarım o kadar ağır ki, kapanmıyor.

öğle yemeğinde yemek yemedim, hint çayı diye bir şey içtim. güzeldi. ara ara içerim yine. burada ara cafe reklamı yapıyorum sanılmasın. ve evet, orada içtim.

bilgisayarı açtım. aklımda o vardı. kim bilir neredeydi, ne yapıyordu, nasıl gülümsüyordu, ağlarken ağzı fırıncı küreğine benziyor muydu. sorular geçti aklımdan, hiçbir şey geçmedi.

zaman neydi?

tarih bugünün emrindeydi de bugün neydi?

mesela, bugün salı. ama kim bunu ne zaman okursa, bugün o gün olacak. o gün bugündür, demiyorum bakın. bugün diyorum. kime diyorum? hem ogün de kim ulan!

çık dışarı.

buldum: ilişkileri yaşatmak için değil yok etmek için çabalıyordum ben. 5 yıldır böyleydi bu. aşık olsam da olmasam da. sevmekle hiç ilgisi yoktu bunun. yok etmeye programlanmış gibiydim adeta.

bunu çözmem ve kendimi durdurmam gerekiyordu.

yoksa, ne yapsam olmayacaktı.

yoksa?

28 Eylül 2009 Pazartesi

iki

titreyip kendime geldiğim zamandan beri pek çok şeye oyun gözüyle bakabiliyordum. bu yüzden, belki de kurguyla devam etmek en iyisi olacaktı.

yıllar önce bir tarz belirlemiş ve farklı zamanlarda, farklı isimlerle ona mail göndermeye başlamıştım. başlarda şaşırmıştı ama ısrarcıydım. kendi çapımda yaptığım küçük deneme başarıyla sonuçlanmıştı. ilgisini çekmekle kalmamış, yazı ve düşünce tarzımı aklının bir köşesine kazımış, hatta beklenti bile yaratmıştım. farklı adreslerden yazsam da kim olduğumu şıp diye anlıyordu. ara sıra olta atıyor, bir anda ortadan kayboluyor, aylarca tek satır yazmıyordum. yine de sık sık yazıyordu bana. aklına takılanları, paylaşmak istediklerini, az kelimeyle çok anlam ifade eden cümlelerini...

maillerde büründüğüm kişiliği ece olarak biliyor, buluştuğumuzda bana ece'yi anlatıyordu. biz uzun süre görüşmezsek, ece'ye inci'den bahsediyordu. dolayısıyla her zaman yanındaydım ama o bunun farkında değildi. belki de farkındaydı ve bana çaktırmadan kendi oyununu kurmuştu.


yazdığım son maile cevap vermemişti. ece olsaydım, ya başına bir şey geldiğini ya da artık benimle ilgilenmediğini düşünürdüm. ısrarcı olabilirdim. ece olsaydım, peşini bırakmaz, bir cevap gelene kadar her gün oyunlu bir cümleyle taciz ederdim. cevap gelince de kaybolup giderdim.

şimdiyse iş yoğunluğunu, yaşadığı stresi, sinir katsayısındaki ani değişimleri biliyordum. dokunmak istemedim. ece isterdi, dokunurdu, bir ihtimal kötü düşüncelerini de dağıtırdı kısa bir süre.

ama ece düşünemiyordu. ben vardım.

26 Eylül 2009 Cumartesi

bir

yaptığım hatayı fark etmeyip kurcaladığından beri ondan haber alamamıştım. acaba kimdi, neyin nesiydi ve beni nasıl bulmuştu? kitap başkasının eline geçseydi onu da mı bulacaktı?

arayan mı bulurdu, aramayan mı?

bir cumartesi daha çalışırken hayat ne kadar normaldi.
hele içine sinen bir iş çıkardıktan sonra ofiste 1984'ün filmini izlediysen.

her şey nasıl da normaldi. çok normal.

ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım.

en fazla 16 kere söyleyebiliyordum.

16 demişken, sayı manyaklığımdan bahsetmiş miydim?

bu akşam içip güzelleşmek niyetindeyim.

iki

şu anda yalnızım.
şu anda kendimleyim.
şu anda iyiyim.

az önce artık kendime biraz özen göstermem gerektiğini düşündüm.
az önce aynaya bakmaya üşenmedim.
az önce saçımı boyadım ve beyazlarımı ortadan kaldırdım.

kadınlar hakkındaki asılsız dedikodulardan biri, depresyona girdikleri zaman saçlarını değiştirmeleridir. büyük ihtimalle kırk kere söylendiği, hatta kafalarına kakıldığı için bir kısım kadın bunu kabullenmiş ve ne zaman kötü hissetseler soluğu kuaförde almaya başlamışlardır. oysa depresif insanın bırakın görünüşünü değiştirmeyi, yataktan kalkmaya bile gücü yok denecek kadar hiçtir.

bu yüzden kadın milleti değişmeye üşenmeyecek, kendinden memnun olacak kadar iyiyken saçlarıyla oynar. en azından böyle olmalıdır. yoksa her kuaför ziyareti hüsranla sonuçlanır.

birazdan saçlarımı yıkayıp yeni rengini göreceğim.
birazdan kuaföre gidip saçımı kestireceğim.
birazdan güzelleşeceğim.

25 Eylül 2009 Cuma

bir

son aldığım cevap bana çok tanıdık gelmişti.
sanırım oydu. türkçenin şakacılığı da yüklemde gizliydi.

insanın insana verebileceği en değerli şey yalnızlıktı.

o kadar yorgundum ki eve gitmeye üşenip ofiste uyumuştum biraz.
o ilk sabahlamaların gerzek heyecanından uzakta, tatsızdı kahveler.

ben bugün biraz susmaya karar verdim.

24 Eylül 2009 Perşembe

iki

yeteri kadar yazdıktan ve biraz daha fazla üşüdükten sonra hava durumuna küfür ederek içeri girdim. güneş şöyle bir görünüp kayboluyordu ama gece resmen acımasızdı. etrafta binlerce dansöz varken hava durumunun oynaklığı da şaşırtıcı olmamalıydı. bu mantıkta düşününce mevsim normalleri de hakikaten normal geliyordu insana.

koltuğa yayılmış, mor battaniyesine sarınmıştı. saatlerdir televizyon izliyordu galiba. ne güzel şeydi insanların bazen bana bulaşmaması. kafasına vura vura anlayış göstermesini sağladıysam da bir ödül vermemin iyi olacağını düşündüm; "n'aber lan düdük" dedim aksi aksi. normale döndüğümü anlamış olacak, "sana ne lan makarna" diye cevap verdi. böyle saçma bir iletişimimiz vardı ve galiba her şey yolundaydı.

televizyon izlemeyi sevmediğim için bilgisayarımı kucağıma aldım ve yanına oturdum. her zamanki gibi ilk iş, mailleri kontrol etmek. geleneksel spam şenlikleri dışında dikkatimi çeken bir tane vardı ki, o göndermişti. "
benyoksamnevar" diyordu. soruyu anlamak ve cevap vermek nispeten kolaydı çünkü hiç de filozof havamda değildim. zor olan, kelimelerin neden birleşik yazıldığını çözümlemekti. onun dışında zaten ne varsa ne vardı işte. hatta bir bakıma "ne var lan?! ne var"dı. insan kendi beninin ne olduğunu bilmezse ne olabilirdi ki? işte, ancak ne olabilirdi. ilk soru, ilk merak, kimden bile önce, aynayla ilk karşılaşmada sorulan ne. hiç de fena bir başlangıç olmamakla birlikte sadece bir ilk adım.

yine de iyi bir başlangıçtı. bu soruyu bile soramayan, daha da kötüsü,
ben'i yokedip ne'de kalanları düşününce...

minicik bir cevap yazdım. fazla kelime kullanmadan anlaşabiliyorduk ne de olsa. yine de cevabını bekleyemedim.
ben bir kurt olmuştu, beynimin kıvrımlarını arşınlıyordu. "köle ne demek?" dedim hemen. onun da cevabı gecikmedi.

"
mutluluktan mahrum bırakılmaya buna boyun eğmek"

düşündürücüydü. çünkü bir kelime fazla gibiydi. sanki cümleyi sevdiği sayı altıya tamamlamak ister gibi. ama karşımda bir oyunbazın bulunduğunu bildiğim için öküzün altında buzağı aradım. kısa süre sonra etraf çiftliğe dönmüştü. sürreel öküzüm görevi inekten devralmış, buzağı üretim tesisi açmıştı. minik hayvancıkların hepsini "buna" diye çağırıyorduk.

sorumluluk saydığı hiçbir şeyden vazgeçmeyecekti. yine de köle kelimesini o'na hiç yakıştıramıyor, burukluğunu değil ama mutsuzluğunu kabul edemiyordum.

önce "siktir lan" yazdım. sildim. ardından "müdür bu, buna konuş" yazdım. sildim. hiç geyik kaldırabilecek gibi çınlamıyordu sesi beynimde.

"mutluluktan mahrum bırakılamayacak kadar yalnızız" yazdım. gönderdim.

bir

sanki içimde bir şey vardı dışıma çıkmak isteyen.
uzun zamandır ağzıma bakla da koymamıştım.
"ne kadar içlenirsen o kadar dışlanırsın" yazmıştı biri ve tam tersi.
doğru muydu, gerçek mi?

ne dedim, ne içimden.

ve bi' meyletme isteği duydum aniden.
okunmamış yüzlerce meyl vardı. hepsi önemsizdi. okunmaya değer şeyler okunurdu.
ve yazacağım yerde okumak durumunda kaldım.
yeni bir soruydu. ondan gelmişti.

"köle ne demek?"

google'dan aramaya, sözlükten kopmaya çekmeye gerek yoktu. gereklilikler yıpratırdı insanı. bu bilgi bende bir yerde olmalıydı.

"adrudge" diye bir kelime türettim birden. zaman kavramını yitirmiş reklamcıların çözebileceği bir kelime oyunuydu bu. ya da bana öyle geliyordu.

köle... köle... köle... köle...

durdum. kırk kere söylersem olurmuş, öyle derlerdi.

düşündüm.
altı (rakamla "6") kelimelik bir cevap yazdım. en sevdiğim sayıydı.

"mutluluktan mahrum bırakılmaya buna boyun eğmek"

yolladım.

niyeyse, kendimi kompozisyon yazmak zorunda olan, sümüklü bir ortaokul öğrencisi gibi hissediyordum.

her şey ne saçmaydı.

22 Eylül 2009 Salı

iki

"mutlu insan yazamaz" dedi.

"hayır," dedim, "fikirsiz insan yazamaz. üretim hiçbir zaman duygulardan gelmek zorunda değil. senin söylediğin 'mutlu insan bir fabrika yönetemez' gibi bir şey."

galiba kesin bir cevap yerine soruyla karşılık vermemi bekliyordu. uzatmadı. belki de bıkkın sesim susturmuştu onu. bakışlarımı indirip sigara sardım. beni izliyor muydu bilmiyordum. sigaramı yakarken de yüzüne bakmadım. bunun sessizlik istediğimi belirten bir hareket olarak algılanmasını umdum. belki de sinirli görünüyordum. sustuk.

balkonda bu kadar oturmayalı uzun zaman olmuştu. ağaçların arasından güneş sızıyordu. esinti hissedilmiyordu. ara sıra bahçedeki patikadan birileri koşarak geçiyordu. oyun parkında oynayan kimse yoktu. her nasılsa benim canım da salıncakta sallanmak istemiyordu bu kez. balkonun huzurunu bozacak hiçbir şey istemiyordum. konuşmadığı sürece o'nun yanımda olmasının sakıncası yoktu. sadece konuşmadığı sürece.

yine de tek başıma olmayı tercih ederdim. çünkü balkon gerçekten huzurluydu ve bünyem son zamanlarda huzur kavramından çok uzaktı. alışmamış gibiydim sanki. ne olduğunu anlamadan ağlamaya başladım. nefret ediyordum birilerinin yanında ağlamaktan.

"mutsuzsun işte" dedi.

"sadece üzgünüm," dedim, "ve sen üzüntümü paylaşacağım biri değilsin."

acıtıcı bir cümleydi, acıtmak için kurulmuştu. kalkıp gitmesi ve beni yalnız bırakması için. işe yaradı. biraz daha oturdum. gözlerimdeki ifadeyi bir türlü değiştiremiyordum. çaresizliğin ifadesiydi bu. ve ondan da nefret ediyordum. çalışmam gerektiğini düşündüm. tüm eksiklerimi beyin kıvrımlarımla dolduran şeydi çalışmak. konsantrasyonumun bozulacağı ve sıkıntının yeniden saldıracağı zamana kadar en azından. defterimi ve kalemimi çıkardım. yazmaya başladım.

20 Eylül 2009 Pazar

bir

mutluluk, mutsuzluktan da gelirmiş bazen. ve tam tersi.
güzelliğin unutulmuş bir çirkinlikten gelmesi gibi.
sayfadan sayfaya sindire sindire yol alırken kitap yere düştü.
alakasız bir yerde gözüme takıldı o yazı.
benyoksamnevar yazıyordu.

hayırdır, dedim içimden. güzel laftır hayırdır, severim kendisini.
hemen ona sordum, kitapları çizittirmeyi ve bazı notlar almayı seven bir familyadanız nasıl olsa.
o da şaşırdı, hiçbir fikri yoktu.

düşündüm.

düşünmek zehirleyendi hep bizi.

ve fark ettim: bazen de panzehir.

yanına @ koyup birkaç meyl denemesi yaptım.
ve 1 dakika geçmeden cevap geldi.

önce beni anlamalısın: benyoksamnevar

cevabı biliyordum.
ne dedim. ne var.

18 Eylül 2009 Cuma

iki

yatağımda kitap okuyorum. hakan günday bu kez askerlik üzerine yazmış. beklediğim kadar sert. yine de, kardeşim asker olmasına rağmen, pek etkilendiğimi söyleyemem. belki anlatılanları yaşamadığını bildiğim için. bir haftadır ona mektup yazmayı düşünüyorum. anlatacak hiçbir şeyim yok.

gözlerim ağırlaşıyor. matkabın deleceği bir sonraki noktayı düşünüyorum. kendi kendime konuşmaya başlıyorum yine. her şeyi kendimle konuşarak sonuçlandırıyorum, başkasına söyleyecek tek bir kelimem kalmıyor. kimseye anlatacak bir şeyim yok.

kendimle konuşurken karşıma o'nu oturtuyorum. ne kadar üzgün olduğumdan bahsediyorum. ama sadece üzgün, kesinlikle mutsuz değil. gözlerinde kaygı gördüğümü, bunun içimi parçaladığını söylüyorum. "benim yüzümden mutsuz olmanı istemiyorum" diyor. beni mutsuz edemeyeceğini ama pek çok kişiden daha fazla üzebileceğini söylüyorum. örnekler veriyorum. bunları sadece ben duyuyorum.

kafamda kurduğum her cümleyle ağzımdan veya kalemimden çıkabilecek bir cümlem eksiliyor. uzaklaşıyorum, uyumsuzlaşıyorum. insanlar konuşa konuşa hayvanlaşıyor. bir adım daha geri gidiyorum. attığım her adım bir cümlemi daha alıyor benden. kardeşime yazacak bir şey bulamıyorum.

biri dünyadaki mutlu insanlarının hepsinin aptal olduğunu, hem zeki hem de mutlu olmanın mümkün olmadığını yazmış. gelen yorumlar "ignorance is bliss" ile başlıyor, "ben de aynı şeyi yazacaktım"larla devam ediyor. düzgün cümleler kuran bir iki akıllı adama yüklenmeye çalışıyorlar. neden biliyor musun? hayır, aptallıklarından değil. eminim aralarında kafası çok iyi çalışan insanlar da var. düşünmek yerine kolaya kaçtıkları için böyleler. sorunlar insanları mutsuz etmez. çok can sıkıcı, hatta bazen bezdirici olsalar da hayat (s.ke s.ke) devam eder ve her sorunun çözümü vardır. çözüm süreci sadece yaşamanın değil, kişisel mutluluk arayışının da başlangıcıdır. ve bu mutluluk dediğimiz şey "ne kadar ekmek, o kadar köfte" mantığıyla çalışır. bireysel mutluluk tanımını yapacaksın, gerektiği gibi kovalayacaksın ki ulaşasın. işte o zaman elde ettiğin şeyin geçici bir sevinçten farkını göreceksin. sıkılıp bir kenara atmak istemeyeceksin. hayatın o zaman yaşamaya değer olacak.

ey insanoğlu! ey söyleyecek bir şeyi olanlar! kaygınızı ve üzüntünüzü üzerime boca edebilir, ciğerimi parçalayabilirsiniz! ama mutsuz olduğunuzu söyleyecekseniz önce düşünün: bugün kendiniz için ne yaptınız?

bir

kitabı açtım.
ilk sayfasında "heyecan en güzeli" yazıyordu. kurşun kalemle.
entel kelimesini oldum olası kavgada düşmanıma söylemem de kitap epey ilgimi çekti.
hoş (hoş?), ne kavgam ne düşmanım var. varsa da haberim yok.
kendimle barışık olmak istiyorum her daim. dün de şöyle bir diyalog geçiverdi birden içimden:

"deli misin" dedim, "deli miyim" dedi.
"soruya soruyla karşılık verme" dedim, "benim cevabım karşılıksız" dedi.
ben ona "ne" dedim, o bana "ne" dedi.

hehehe. neşelendim işte, kendi kendime.
daha kıymetlisi varsa parmak kaldırsın.

yardıma ihtiyacım olduğu anlaşılmış ki, terk etme kararındayken bir haber geldi. ünite destek birimi geliyormuş yanıma yakında. işte bu iyi hissettirdi. sevmediğim işleri o alsın üstümden, ben de bu durumun altından kalkayım.

hayırlısı, diyorum.

küçük kurşun askerimi göreceğim birkaç gün, büyük planları var 1 yıl sonraya dair. benim bildiğim planın dibi tutar. umarım onunki bulgur planı olmaz. zaten sade sever o. canım.

dünden beri bir kıpırdanma var içimde.
valla romantaktak! bomba bomba tak tak!
tşekkürler pergeller, teşekkürler matkaplar!

17 Eylül 2009 Perşembe

iki

bu telefona mesaj gönderilebildiğinden sadece turkcell'in haberi var sanıyordum. sesi duyunca içimden küfür ettim. gönderenin ismini görünce içimden şaşırdım. mesaj içeriğini görünce içimden sevindim. dışımdakiler olan bitenden habersizdi. çünkü hayatımla ilgili hiçbir şey iş arkadaşlarımı ilgilendirmezdi.

cevapladım. çalışmaya devam ettim. çünkü duygu durumumdaki dalgalanmalar çalışmamı etkilememeliydi. içimde bir şeyler "kolaydı sanki" dedi. dışım bunu umursamadı. kendimle ilgili hiçbir konuda açık vermek istemiyordum. güçlü görünmek için değil. açıklama yaparak nefes tüketmek istemediğim için.

işten çıktım. trafik sıkışıktı. metroya bindim. konserve kutusundan halliceydi. taksim'e geldim. karınca yuvası gibiydi. istanbul çoktan dolmuştu, taşıyordu ve bu kimsenin gerçekten umrunda değildi. kalabalıktan kaçmak için evden çıkmamaya çalışan, sık sık boğulduğunu hisseden benim bile.

her zamanki kucaklaşmamız eşliğinde buluştuk. her zamankinden farklı bir yere ama hemen her zamanki gibi bir terasa oturduk. her zamankinden içtik. her zamanki rahatlığımızla sustuk. her zamanki gibi kerpeten yardımıyla konuştuk. hiçbir şey söylememize gerek yoktu. ama yine de...

benim hiç çocukluk arkadaşım olmadı. bu kavrama en yakın olabilecek kişileri 15'imden önce tanımadım. o da bunlardan biri. "istanbul'a döndükten iki saat sonra delirdim" dediğimde hiç şaşırmadı. daha bir ay önce aynı cümleyi kendisi kurmuştu. birbirimize hiç benzemesek de bir sürü ortak yönümüz vardı. bu yüzden araya ne kadar zaman girerse girsin, sanki daha dün görüşmüş gibi oluyorduk.

anlattı sonra. dinledim. sorular sordum. bir ara, sorulardan ne kadar sıkıldığını söyledi. düşüncesiz hissettim. kafası bu kadar iyi çalışan, bu kadar üretken bir adamın küstürülmüş olmasına sinirlendim. ama mevcut hali beni şaşırtmadı. sorumluluk saydığı durumları hiçbir zaman ikinci plana atamamıştı. egosu acı çekiyordu. tanıştığımızdan beri böyleydi, 30 yaşına gelince de bir şeyler değişecek değildi. onun mızrakları yoktu. kalkanı da çok hasar görmüştü. uyku istiyordu. uyku kaçıştı. kaçış işe yaramazdı.

böyle durumlarda ne yapılması gerektiğini hiç bilmem ben. doğru düzgün cevap veremem, kimsenin hayatına müdahale etmeye cesaret edemem. salak gibi bakarım öyle. ara sıra gülümserim. iki çaresizlik bir olunca o kadar üzülürüm ki, gülmeye başlarım. ona da "deniz kenarında bir yere git, yalnız kal, dinlen" diyemedim. öncelikle, giderse oluşacak zincirleme reaksiyonu anlatmıştı ve bir yere kadar haklıydı. bir yerden sonrası benim için külliyen varsayımdı. sonralıkla, karşımda oturan kişi ben değildim. ne söylesem bana uygun olacak, başkasının işine yaramayacaktı. bunun yerine kitap verdim. alkolsüz ve sistemli anlatım. temiz iş.

kitabın ilk sayfasına heyecanla ilgili bir şey yazdım, sanırım "heyecan en güzeli". sevgi dedi, uyum dedi, aynı şekilde devam etmez dedi. küfürle karışık "bana ne lan?!" dedim ben de. gerçeklerin farkındayım ve onlara uymak istemiyorum. sevgilim ilk günkü tazeliğinde kalsın, beni her görüşünde kalp krizi geçirsin istiyorum. işim hiç sıkıcı olmasın, her gün kıçımdan yeni bir fikir çıksın istiyorum. zaten 2-3 tane olan arkadaşlarımla aram açılmasın, her görüşmemiz yeni kahkahalar yaratsın istiyorum. daha fazlasını da istiyorum. evet, çok şey istiyorum. bu kadar istekle sıradan bir hayattan ütopik mutluluklar çıkardım ya... helal olsun bana!

böyle düşünürken beklediğim heyecan geldi. içimizden bir şeyler "gidin kitap yazın ya" dedi. dışımız heyecanlandı, gözleri parladı. planlar hemen yapıldı, en kısa zamanda uygulandı.

pergeller ve matkaplar üretime başladı.

bir

beynimde zebaniler doğuruyordu sanki.
bol biranın beynimdeki yangını söndürdüğü gerçekti ama sonra bu bana yol, su, elektrik olarak geri dönüyordu. öyle ki gayet klişe bir üçlüyü bile umursamadan böyle kullanabiliyordum işte.
işten kaçıp yanına gittim. artık pek sık görüşemiyorduk ve onunla konuşmaya ihtiyacım vardı.
teras bir yere gittik, büyük bira 4 liraydı. ucuza yangın söndürücü, ne güzel. biraz sustuk, istanbul'da gün batımı ne acayipti. böyle bozcaada'daki, gökova'daki, ne bileyim alaçatı'daki gibi değildi. ne huzuru, ne neşesi, ne havası vardı. neyse ki konumuz bu değildi.
konumuzun ne olduğu kimin umrundaydı ki.
geçen sene askerden geldiğimde hayat bayram olacak sanmıştım, iş bu büyük bir sıçıştı. uzun uzun konuşmaya gerek yoktu. kredi kartı borçlarını, davarlamasına duvarlaşmayı, artık bibok yazamamamı, ruhumu boğazlayan gizli canavarları, efexor xr'ı, tüm bunları 'beyle beyle' konuşmaya gerek yoktu.
neye gerek vardı ki?
neye gerek varsa, sıkıntı vardı işte.
aklınıza gelebilecek ve hiçbir zaman gelmeyecek her şeyin ana kaynağı.
sıkıntı.
ben 3 tane 50'lik bira içtim, limonlu.
o da 2 tane dark içti. tarz meselesi.
üreten bir adam olup da bu duruma düşmeme üzüldüğünü söyledi.
1 hafta aralıksız uyuma planım ve uzaklara kaçma isteğim işe yaramazmış.
öyle diyorsa bir bildiği vardır, benim yok nasıl olsa.
dedim ya, malabadi köprüsü gibiyim son zamanlarda.
demedim mi lan yoksa? neyse, bazen karıştırıyorum.
alkol kana karıştıkça gelen neşeyle saçmalamaya başladık. en güzel yaptığımız şey buydu zaten.
da vinci şifresi zart zurt derken "pergeller ve matkaplar" diye bir şey çıkıverdi!
nasıl da şenlendik, gözlerimizde yıldızlar parladı.
karar verdik ve sustuk. hesabı ödeyip kalktık.
daha doğrusu, o ödedi.
ve işte bugün, kelimeler dökülmeye başladı..