30 Eylül 2009 Çarşamba

iki

sinirliydim biraz. işle ilgili durumlar. başta ona kızdığımı düşünmüştüm ama aslında kendime karşı öfkeliydim. onu ne beceriksizliğinden dolayı suçlayabilirdim ne de nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığım şekilde geldiği yerden. başkalarının omuzlarına basarak yükseliyordu herhalde, bazılarının tek yeteneği budur ne de olsa. hata bendeydi. kendi işi olsa da yardım almadan yapamayacağını bildiğim bir şeyi onun ellerine bırakmamalıydım. "ne de olsa benim görevim değil" demiş, ne ısrar etmiştim ne de mücadele. bu başarısızlıktaki payımı yadsıyamazdım. kendime gerçekten kızgındım.

ayrıca bu aralar çok fazla uyuyor olmam hastalanmadan önce son kozlarımı oynadığımı veya kış uykusuna yatmaya hazırlanan bir ayı olduğumu gösteriyordu. ikinci seçeneği tercih etmeyip tüm kibarlığımla yarım litre kadar portakal suyu içtim. vitaminden başım dönüyordu. bünyem hastalığa dirençliydi ama bu kadar sağlığı kaldırması kolay olmayacaktı.

sinirli ve hastalığa meyilli olmam yetmezmiş gibi, bugün gayet boş bir gündü. uğraşacak bir şeylerin yokluğu canımı sıkıyordu. popomdan uydurmam, işsiz başımıza iş çıkarmam da mümkündü elbette. ama burada değil. denemiştim, görmüştüm. bir şey değişmiyordu.

çünkü bazen bir popo farklı anlamlar taşıyabilirdi. bazen fikir üreten bir beyin, bazen de bunları önemsemeyen bir göt...

konuştuk biraz, canımın sıkıldığından bahsettim. bir güzellik yaptı, beni bovlinge davet etti. böylesine vitamin deposuyken, canım da sıkılıyorken iyi olabilirdi. toplantıya gideceğini söyledikten sonra cinliği tuttu, "elinde ne var" diye sorup kaçtı.

o gidince elime baktım. çizgilerine, eklemlerine, kısa parmaklara rağmen oluşan zarif hareketlerine, kemirilmiş çirkin tırnakların bazı açılardan hiç de fena görünmediğine... çevirdim çevirdim baktım. elimde saatlerce oynayacak kadar malzeme, çizgilerin arasına saklanmış binlerce hikaye, parmaklarımı kaşındıran resimler, boş hayaller, harcanmış fikirler, nefis bir potansiyel, hayalkırıklıklarının nasırlaştırdığı bölgeler, atılmamış tokatlar, coşku dolu alkışlar, eğlenceler, heyecanlar, zevkler, boşluklar ve daha neler neler vardı.

mesela bu akşam da elimde bir bovling topu olabilirdi. ama ben eğlenceye katılmayı reddettim, başka bir şey seçtim. elimden bir nah çıkardım, şöyle bir inceledim. o kadar saçma bir hareketti ki gülmeye başladım.

ben güldüm, güneş açtı.

bir

- kuru kaçtan hesaplıyoruz?
- kuru pilavdan.

normalde bu tip sorular sormaz ama ben bu tip cevaplar veririm. niyeyse hiç şaşırmamışım, tak diye yabıştırmışım.

aşk meşk mevzuları için bana iyi bir ders vermişti. gerçi eskiden beri biliyordum bunu ama anlamanın çözmeye yetmediği bir zamandaydım işte. ne daha hızlı, ne daha yavaş, ne daha ileri, ne daha geri, ne sürükleyerek, ne durdururak.

yan yana.
aynı yolda, yan yana.
aynı yolda, aynı yöne, yan yana.

evet.
çıkmaz sokaklar nereye çıkmaz.

çünkü bir popo bazen sadece bir popodur.
göt değil. popo.

"elinde ne var?" diye sordum.
görecektim ve artıracaktım.

ve güneş açtı.

29 Eylül 2009 Salı

iki

ters giden bir şey olursa hemen uykulara yansır, rüyaları hatırlanmaya değer hale getirir. karmaşa da yoktur hani bu rüyalarda. ne sürreel görüntüler ne de fantastik ayrıntılar. sadece olan biten farklı bir dille anlatılır onlarda. gerçeğe nazaran çok daha rahatsız edici ve sembolik. daha bir ağlamaklı sanki.

ters giden bazı şeyler o kadar rahatsız edicidir ki, ne gerçeği istenir ne de rüyası. unutulmak için yaşanmıştır sanki onlar. bu yüzden anlatılmazlar. ne arkadaşlara ne de rüya tabirleri kitaplarına. anlatmak yerine sıradan bir gün yaşar insan. biraz mide bulantısıyla, biraz hissettirilmeyen iç sıkıntısıyla.

bazen sıkıntı o kadar doldurur ki insanın içini, yemekler ne boğazdan geçer, ne midede barınabilir. işte o zaman bir kısır döngüye girilir. güç kayboldukça gırtlak daralır, mide tutmadıkça yaşam enerjisi azalır. biraz sıvıya tamah eder bünye, sinirler yıprandıkça yıpranır.

kısır döngünün bir diğer yüzü de yıkımla alakalıdır. çünkü ortada uydurulmuş bir kehanet vardır. hayır efendim, tanrı kimsenin kulağına fısıldamamıştır böyle bir şeyi. düpedüz uydurmadır. ve ne kadar uyduruksa o kadar gerçekleştirilmeye çalışılır. bir kişinin yanlışı yüzünden bütün insanlık suçlanır. en değerli olan bile "sen de aynılarını yapacaksın" diyerek yaftalanır.

sonra gün gelir, o kadar üstüne gidilir ki bu kıymetlinin, aynılarını yapmaya zorlanır. üzüntüyle birlikte rahatlama gelir. ne de olsa haklı çıkılmıştır. bir ilişkinin daha içine edilmiş, hiç yoktan iki kalp kırılmıştır. biri göğsünü yarıp içini gösterene aittir; diğeri kırık kalbin sorumluluğunu üstlenene. o da aşkından mı kırılmıştır, aslında kendisine ait olmayan bir sorumluluktan mı, bilinmez.

evet, bazı insanlar yok etmeye programlanmıştır. ama sadece kendileri tarafından. "ne yapayım, ben böyleyim" demek insanın canını acıtıyorsa, böyle olmak istemiyorsa, hiçbir sihirli değneğin olan biteni değiştirmek için gelmeyeceğini anlamalıdır.

ne yaşatmayı, ne yok etmeyi seçtiğimiz zaman...
kendi yalnızlığımızda kavrulup sadece ortak paydalarda birleşmeyi başardığımız zaman...
belki de huzurlu olacağız.

çünkü aslında kimse, bir başkasına, kendinden fazla değer vermez.

bir

yine bölük pörçüktü uykum. bir süredir böyleydi işte.
ve yeniden peşime takılmıştı kusmalarım, ben sustukça.

gözkapaklarım o kadar ağır ki, kapanmıyor.

öğle yemeğinde yemek yemedim, hint çayı diye bir şey içtim. güzeldi. ara ara içerim yine. burada ara cafe reklamı yapıyorum sanılmasın. ve evet, orada içtim.

bilgisayarı açtım. aklımda o vardı. kim bilir neredeydi, ne yapıyordu, nasıl gülümsüyordu, ağlarken ağzı fırıncı küreğine benziyor muydu. sorular geçti aklımdan, hiçbir şey geçmedi.

zaman neydi?

tarih bugünün emrindeydi de bugün neydi?

mesela, bugün salı. ama kim bunu ne zaman okursa, bugün o gün olacak. o gün bugündür, demiyorum bakın. bugün diyorum. kime diyorum? hem ogün de kim ulan!

çık dışarı.

buldum: ilişkileri yaşatmak için değil yok etmek için çabalıyordum ben. 5 yıldır böyleydi bu. aşık olsam da olmasam da. sevmekle hiç ilgisi yoktu bunun. yok etmeye programlanmış gibiydim adeta.

bunu çözmem ve kendimi durdurmam gerekiyordu.

yoksa, ne yapsam olmayacaktı.

yoksa?

28 Eylül 2009 Pazartesi

iki

titreyip kendime geldiğim zamandan beri pek çok şeye oyun gözüyle bakabiliyordum. bu yüzden, belki de kurguyla devam etmek en iyisi olacaktı.

yıllar önce bir tarz belirlemiş ve farklı zamanlarda, farklı isimlerle ona mail göndermeye başlamıştım. başlarda şaşırmıştı ama ısrarcıydım. kendi çapımda yaptığım küçük deneme başarıyla sonuçlanmıştı. ilgisini çekmekle kalmamış, yazı ve düşünce tarzımı aklının bir köşesine kazımış, hatta beklenti bile yaratmıştım. farklı adreslerden yazsam da kim olduğumu şıp diye anlıyordu. ara sıra olta atıyor, bir anda ortadan kayboluyor, aylarca tek satır yazmıyordum. yine de sık sık yazıyordu bana. aklına takılanları, paylaşmak istediklerini, az kelimeyle çok anlam ifade eden cümlelerini...

maillerde büründüğüm kişiliği ece olarak biliyor, buluştuğumuzda bana ece'yi anlatıyordu. biz uzun süre görüşmezsek, ece'ye inci'den bahsediyordu. dolayısıyla her zaman yanındaydım ama o bunun farkında değildi. belki de farkındaydı ve bana çaktırmadan kendi oyununu kurmuştu.


yazdığım son maile cevap vermemişti. ece olsaydım, ya başına bir şey geldiğini ya da artık benimle ilgilenmediğini düşünürdüm. ısrarcı olabilirdim. ece olsaydım, peşini bırakmaz, bir cevap gelene kadar her gün oyunlu bir cümleyle taciz ederdim. cevap gelince de kaybolup giderdim.

şimdiyse iş yoğunluğunu, yaşadığı stresi, sinir katsayısındaki ani değişimleri biliyordum. dokunmak istemedim. ece isterdi, dokunurdu, bir ihtimal kötü düşüncelerini de dağıtırdı kısa bir süre.

ama ece düşünemiyordu. ben vardım.

26 Eylül 2009 Cumartesi

bir

yaptığım hatayı fark etmeyip kurcaladığından beri ondan haber alamamıştım. acaba kimdi, neyin nesiydi ve beni nasıl bulmuştu? kitap başkasının eline geçseydi onu da mı bulacaktı?

arayan mı bulurdu, aramayan mı?

bir cumartesi daha çalışırken hayat ne kadar normaldi.
hele içine sinen bir iş çıkardıktan sonra ofiste 1984'ün filmini izlediysen.

her şey nasıl da normaldi. çok normal.

ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım. ben sakin bir insanım.

en fazla 16 kere söyleyebiliyordum.

16 demişken, sayı manyaklığımdan bahsetmiş miydim?

bu akşam içip güzelleşmek niyetindeyim.

iki

şu anda yalnızım.
şu anda kendimleyim.
şu anda iyiyim.

az önce artık kendime biraz özen göstermem gerektiğini düşündüm.
az önce aynaya bakmaya üşenmedim.
az önce saçımı boyadım ve beyazlarımı ortadan kaldırdım.

kadınlar hakkındaki asılsız dedikodulardan biri, depresyona girdikleri zaman saçlarını değiştirmeleridir. büyük ihtimalle kırk kere söylendiği, hatta kafalarına kakıldığı için bir kısım kadın bunu kabullenmiş ve ne zaman kötü hissetseler soluğu kuaförde almaya başlamışlardır. oysa depresif insanın bırakın görünüşünü değiştirmeyi, yataktan kalkmaya bile gücü yok denecek kadar hiçtir.

bu yüzden kadın milleti değişmeye üşenmeyecek, kendinden memnun olacak kadar iyiyken saçlarıyla oynar. en azından böyle olmalıdır. yoksa her kuaför ziyareti hüsranla sonuçlanır.

birazdan saçlarımı yıkayıp yeni rengini göreceğim.
birazdan kuaföre gidip saçımı kestireceğim.
birazdan güzelleşeceğim.

25 Eylül 2009 Cuma

bir

son aldığım cevap bana çok tanıdık gelmişti.
sanırım oydu. türkçenin şakacılığı da yüklemde gizliydi.

insanın insana verebileceği en değerli şey yalnızlıktı.

o kadar yorgundum ki eve gitmeye üşenip ofiste uyumuştum biraz.
o ilk sabahlamaların gerzek heyecanından uzakta, tatsızdı kahveler.

ben bugün biraz susmaya karar verdim.

24 Eylül 2009 Perşembe

iki

yeteri kadar yazdıktan ve biraz daha fazla üşüdükten sonra hava durumuna küfür ederek içeri girdim. güneş şöyle bir görünüp kayboluyordu ama gece resmen acımasızdı. etrafta binlerce dansöz varken hava durumunun oynaklığı da şaşırtıcı olmamalıydı. bu mantıkta düşününce mevsim normalleri de hakikaten normal geliyordu insana.

koltuğa yayılmış, mor battaniyesine sarınmıştı. saatlerdir televizyon izliyordu galiba. ne güzel şeydi insanların bazen bana bulaşmaması. kafasına vura vura anlayış göstermesini sağladıysam da bir ödül vermemin iyi olacağını düşündüm; "n'aber lan düdük" dedim aksi aksi. normale döndüğümü anlamış olacak, "sana ne lan makarna" diye cevap verdi. böyle saçma bir iletişimimiz vardı ve galiba her şey yolundaydı.

televizyon izlemeyi sevmediğim için bilgisayarımı kucağıma aldım ve yanına oturdum. her zamanki gibi ilk iş, mailleri kontrol etmek. geleneksel spam şenlikleri dışında dikkatimi çeken bir tane vardı ki, o göndermişti. "
benyoksamnevar" diyordu. soruyu anlamak ve cevap vermek nispeten kolaydı çünkü hiç de filozof havamda değildim. zor olan, kelimelerin neden birleşik yazıldığını çözümlemekti. onun dışında zaten ne varsa ne vardı işte. hatta bir bakıma "ne var lan?! ne var"dı. insan kendi beninin ne olduğunu bilmezse ne olabilirdi ki? işte, ancak ne olabilirdi. ilk soru, ilk merak, kimden bile önce, aynayla ilk karşılaşmada sorulan ne. hiç de fena bir başlangıç olmamakla birlikte sadece bir ilk adım.

yine de iyi bir başlangıçtı. bu soruyu bile soramayan, daha da kötüsü,
ben'i yokedip ne'de kalanları düşününce...

minicik bir cevap yazdım. fazla kelime kullanmadan anlaşabiliyorduk ne de olsa. yine de cevabını bekleyemedim.
ben bir kurt olmuştu, beynimin kıvrımlarını arşınlıyordu. "köle ne demek?" dedim hemen. onun da cevabı gecikmedi.

"
mutluluktan mahrum bırakılmaya buna boyun eğmek"

düşündürücüydü. çünkü bir kelime fazla gibiydi. sanki cümleyi sevdiği sayı altıya tamamlamak ister gibi. ama karşımda bir oyunbazın bulunduğunu bildiğim için öküzün altında buzağı aradım. kısa süre sonra etraf çiftliğe dönmüştü. sürreel öküzüm görevi inekten devralmış, buzağı üretim tesisi açmıştı. minik hayvancıkların hepsini "buna" diye çağırıyorduk.

sorumluluk saydığı hiçbir şeyden vazgeçmeyecekti. yine de köle kelimesini o'na hiç yakıştıramıyor, burukluğunu değil ama mutsuzluğunu kabul edemiyordum.

önce "siktir lan" yazdım. sildim. ardından "müdür bu, buna konuş" yazdım. sildim. hiç geyik kaldırabilecek gibi çınlamıyordu sesi beynimde.

"mutluluktan mahrum bırakılamayacak kadar yalnızız" yazdım. gönderdim.

bir

sanki içimde bir şey vardı dışıma çıkmak isteyen.
uzun zamandır ağzıma bakla da koymamıştım.
"ne kadar içlenirsen o kadar dışlanırsın" yazmıştı biri ve tam tersi.
doğru muydu, gerçek mi?

ne dedim, ne içimden.

ve bi' meyletme isteği duydum aniden.
okunmamış yüzlerce meyl vardı. hepsi önemsizdi. okunmaya değer şeyler okunurdu.
ve yazacağım yerde okumak durumunda kaldım.
yeni bir soruydu. ondan gelmişti.

"köle ne demek?"

google'dan aramaya, sözlükten kopmaya çekmeye gerek yoktu. gereklilikler yıpratırdı insanı. bu bilgi bende bir yerde olmalıydı.

"adrudge" diye bir kelime türettim birden. zaman kavramını yitirmiş reklamcıların çözebileceği bir kelime oyunuydu bu. ya da bana öyle geliyordu.

köle... köle... köle... köle...

durdum. kırk kere söylersem olurmuş, öyle derlerdi.

düşündüm.
altı (rakamla "6") kelimelik bir cevap yazdım. en sevdiğim sayıydı.

"mutluluktan mahrum bırakılmaya buna boyun eğmek"

yolladım.

niyeyse, kendimi kompozisyon yazmak zorunda olan, sümüklü bir ortaokul öğrencisi gibi hissediyordum.

her şey ne saçmaydı.

22 Eylül 2009 Salı

iki

"mutlu insan yazamaz" dedi.

"hayır," dedim, "fikirsiz insan yazamaz. üretim hiçbir zaman duygulardan gelmek zorunda değil. senin söylediğin 'mutlu insan bir fabrika yönetemez' gibi bir şey."

galiba kesin bir cevap yerine soruyla karşılık vermemi bekliyordu. uzatmadı. belki de bıkkın sesim susturmuştu onu. bakışlarımı indirip sigara sardım. beni izliyor muydu bilmiyordum. sigaramı yakarken de yüzüne bakmadım. bunun sessizlik istediğimi belirten bir hareket olarak algılanmasını umdum. belki de sinirli görünüyordum. sustuk.

balkonda bu kadar oturmayalı uzun zaman olmuştu. ağaçların arasından güneş sızıyordu. esinti hissedilmiyordu. ara sıra bahçedeki patikadan birileri koşarak geçiyordu. oyun parkında oynayan kimse yoktu. her nasılsa benim canım da salıncakta sallanmak istemiyordu bu kez. balkonun huzurunu bozacak hiçbir şey istemiyordum. konuşmadığı sürece o'nun yanımda olmasının sakıncası yoktu. sadece konuşmadığı sürece.

yine de tek başıma olmayı tercih ederdim. çünkü balkon gerçekten huzurluydu ve bünyem son zamanlarda huzur kavramından çok uzaktı. alışmamış gibiydim sanki. ne olduğunu anlamadan ağlamaya başladım. nefret ediyordum birilerinin yanında ağlamaktan.

"mutsuzsun işte" dedi.

"sadece üzgünüm," dedim, "ve sen üzüntümü paylaşacağım biri değilsin."

acıtıcı bir cümleydi, acıtmak için kurulmuştu. kalkıp gitmesi ve beni yalnız bırakması için. işe yaradı. biraz daha oturdum. gözlerimdeki ifadeyi bir türlü değiştiremiyordum. çaresizliğin ifadesiydi bu. ve ondan da nefret ediyordum. çalışmam gerektiğini düşündüm. tüm eksiklerimi beyin kıvrımlarımla dolduran şeydi çalışmak. konsantrasyonumun bozulacağı ve sıkıntının yeniden saldıracağı zamana kadar en azından. defterimi ve kalemimi çıkardım. yazmaya başladım.

20 Eylül 2009 Pazar

bir

mutluluk, mutsuzluktan da gelirmiş bazen. ve tam tersi.
güzelliğin unutulmuş bir çirkinlikten gelmesi gibi.
sayfadan sayfaya sindire sindire yol alırken kitap yere düştü.
alakasız bir yerde gözüme takıldı o yazı.
benyoksamnevar yazıyordu.

hayırdır, dedim içimden. güzel laftır hayırdır, severim kendisini.
hemen ona sordum, kitapları çizittirmeyi ve bazı notlar almayı seven bir familyadanız nasıl olsa.
o da şaşırdı, hiçbir fikri yoktu.

düşündüm.

düşünmek zehirleyendi hep bizi.

ve fark ettim: bazen de panzehir.

yanına @ koyup birkaç meyl denemesi yaptım.
ve 1 dakika geçmeden cevap geldi.

önce beni anlamalısın: benyoksamnevar

cevabı biliyordum.
ne dedim. ne var.

18 Eylül 2009 Cuma

iki

yatağımda kitap okuyorum. hakan günday bu kez askerlik üzerine yazmış. beklediğim kadar sert. yine de, kardeşim asker olmasına rağmen, pek etkilendiğimi söyleyemem. belki anlatılanları yaşamadığını bildiğim için. bir haftadır ona mektup yazmayı düşünüyorum. anlatacak hiçbir şeyim yok.

gözlerim ağırlaşıyor. matkabın deleceği bir sonraki noktayı düşünüyorum. kendi kendime konuşmaya başlıyorum yine. her şeyi kendimle konuşarak sonuçlandırıyorum, başkasına söyleyecek tek bir kelimem kalmıyor. kimseye anlatacak bir şeyim yok.

kendimle konuşurken karşıma o'nu oturtuyorum. ne kadar üzgün olduğumdan bahsediyorum. ama sadece üzgün, kesinlikle mutsuz değil. gözlerinde kaygı gördüğümü, bunun içimi parçaladığını söylüyorum. "benim yüzümden mutsuz olmanı istemiyorum" diyor. beni mutsuz edemeyeceğini ama pek çok kişiden daha fazla üzebileceğini söylüyorum. örnekler veriyorum. bunları sadece ben duyuyorum.

kafamda kurduğum her cümleyle ağzımdan veya kalemimden çıkabilecek bir cümlem eksiliyor. uzaklaşıyorum, uyumsuzlaşıyorum. insanlar konuşa konuşa hayvanlaşıyor. bir adım daha geri gidiyorum. attığım her adım bir cümlemi daha alıyor benden. kardeşime yazacak bir şey bulamıyorum.

biri dünyadaki mutlu insanlarının hepsinin aptal olduğunu, hem zeki hem de mutlu olmanın mümkün olmadığını yazmış. gelen yorumlar "ignorance is bliss" ile başlıyor, "ben de aynı şeyi yazacaktım"larla devam ediyor. düzgün cümleler kuran bir iki akıllı adama yüklenmeye çalışıyorlar. neden biliyor musun? hayır, aptallıklarından değil. eminim aralarında kafası çok iyi çalışan insanlar da var. düşünmek yerine kolaya kaçtıkları için böyleler. sorunlar insanları mutsuz etmez. çok can sıkıcı, hatta bazen bezdirici olsalar da hayat (s.ke s.ke) devam eder ve her sorunun çözümü vardır. çözüm süreci sadece yaşamanın değil, kişisel mutluluk arayışının da başlangıcıdır. ve bu mutluluk dediğimiz şey "ne kadar ekmek, o kadar köfte" mantığıyla çalışır. bireysel mutluluk tanımını yapacaksın, gerektiği gibi kovalayacaksın ki ulaşasın. işte o zaman elde ettiğin şeyin geçici bir sevinçten farkını göreceksin. sıkılıp bir kenara atmak istemeyeceksin. hayatın o zaman yaşamaya değer olacak.

ey insanoğlu! ey söyleyecek bir şeyi olanlar! kaygınızı ve üzüntünüzü üzerime boca edebilir, ciğerimi parçalayabilirsiniz! ama mutsuz olduğunuzu söyleyecekseniz önce düşünün: bugün kendiniz için ne yaptınız?

bir

kitabı açtım.
ilk sayfasında "heyecan en güzeli" yazıyordu. kurşun kalemle.
entel kelimesini oldum olası kavgada düşmanıma söylemem de kitap epey ilgimi çekti.
hoş (hoş?), ne kavgam ne düşmanım var. varsa da haberim yok.
kendimle barışık olmak istiyorum her daim. dün de şöyle bir diyalog geçiverdi birden içimden:

"deli misin" dedim, "deli miyim" dedi.
"soruya soruyla karşılık verme" dedim, "benim cevabım karşılıksız" dedi.
ben ona "ne" dedim, o bana "ne" dedi.

hehehe. neşelendim işte, kendi kendime.
daha kıymetlisi varsa parmak kaldırsın.

yardıma ihtiyacım olduğu anlaşılmış ki, terk etme kararındayken bir haber geldi. ünite destek birimi geliyormuş yanıma yakında. işte bu iyi hissettirdi. sevmediğim işleri o alsın üstümden, ben de bu durumun altından kalkayım.

hayırlısı, diyorum.

küçük kurşun askerimi göreceğim birkaç gün, büyük planları var 1 yıl sonraya dair. benim bildiğim planın dibi tutar. umarım onunki bulgur planı olmaz. zaten sade sever o. canım.

dünden beri bir kıpırdanma var içimde.
valla romantaktak! bomba bomba tak tak!
tşekkürler pergeller, teşekkürler matkaplar!

17 Eylül 2009 Perşembe

iki

bu telefona mesaj gönderilebildiğinden sadece turkcell'in haberi var sanıyordum. sesi duyunca içimden küfür ettim. gönderenin ismini görünce içimden şaşırdım. mesaj içeriğini görünce içimden sevindim. dışımdakiler olan bitenden habersizdi. çünkü hayatımla ilgili hiçbir şey iş arkadaşlarımı ilgilendirmezdi.

cevapladım. çalışmaya devam ettim. çünkü duygu durumumdaki dalgalanmalar çalışmamı etkilememeliydi. içimde bir şeyler "kolaydı sanki" dedi. dışım bunu umursamadı. kendimle ilgili hiçbir konuda açık vermek istemiyordum. güçlü görünmek için değil. açıklama yaparak nefes tüketmek istemediğim için.

işten çıktım. trafik sıkışıktı. metroya bindim. konserve kutusundan halliceydi. taksim'e geldim. karınca yuvası gibiydi. istanbul çoktan dolmuştu, taşıyordu ve bu kimsenin gerçekten umrunda değildi. kalabalıktan kaçmak için evden çıkmamaya çalışan, sık sık boğulduğunu hisseden benim bile.

her zamanki kucaklaşmamız eşliğinde buluştuk. her zamankinden farklı bir yere ama hemen her zamanki gibi bir terasa oturduk. her zamankinden içtik. her zamanki rahatlığımızla sustuk. her zamanki gibi kerpeten yardımıyla konuştuk. hiçbir şey söylememize gerek yoktu. ama yine de...

benim hiç çocukluk arkadaşım olmadı. bu kavrama en yakın olabilecek kişileri 15'imden önce tanımadım. o da bunlardan biri. "istanbul'a döndükten iki saat sonra delirdim" dediğimde hiç şaşırmadı. daha bir ay önce aynı cümleyi kendisi kurmuştu. birbirimize hiç benzemesek de bir sürü ortak yönümüz vardı. bu yüzden araya ne kadar zaman girerse girsin, sanki daha dün görüşmüş gibi oluyorduk.

anlattı sonra. dinledim. sorular sordum. bir ara, sorulardan ne kadar sıkıldığını söyledi. düşüncesiz hissettim. kafası bu kadar iyi çalışan, bu kadar üretken bir adamın küstürülmüş olmasına sinirlendim. ama mevcut hali beni şaşırtmadı. sorumluluk saydığı durumları hiçbir zaman ikinci plana atamamıştı. egosu acı çekiyordu. tanıştığımızdan beri böyleydi, 30 yaşına gelince de bir şeyler değişecek değildi. onun mızrakları yoktu. kalkanı da çok hasar görmüştü. uyku istiyordu. uyku kaçıştı. kaçış işe yaramazdı.

böyle durumlarda ne yapılması gerektiğini hiç bilmem ben. doğru düzgün cevap veremem, kimsenin hayatına müdahale etmeye cesaret edemem. salak gibi bakarım öyle. ara sıra gülümserim. iki çaresizlik bir olunca o kadar üzülürüm ki, gülmeye başlarım. ona da "deniz kenarında bir yere git, yalnız kal, dinlen" diyemedim. öncelikle, giderse oluşacak zincirleme reaksiyonu anlatmıştı ve bir yere kadar haklıydı. bir yerden sonrası benim için külliyen varsayımdı. sonralıkla, karşımda oturan kişi ben değildim. ne söylesem bana uygun olacak, başkasının işine yaramayacaktı. bunun yerine kitap verdim. alkolsüz ve sistemli anlatım. temiz iş.

kitabın ilk sayfasına heyecanla ilgili bir şey yazdım, sanırım "heyecan en güzeli". sevgi dedi, uyum dedi, aynı şekilde devam etmez dedi. küfürle karışık "bana ne lan?!" dedim ben de. gerçeklerin farkındayım ve onlara uymak istemiyorum. sevgilim ilk günkü tazeliğinde kalsın, beni her görüşünde kalp krizi geçirsin istiyorum. işim hiç sıkıcı olmasın, her gün kıçımdan yeni bir fikir çıksın istiyorum. zaten 2-3 tane olan arkadaşlarımla aram açılmasın, her görüşmemiz yeni kahkahalar yaratsın istiyorum. daha fazlasını da istiyorum. evet, çok şey istiyorum. bu kadar istekle sıradan bir hayattan ütopik mutluluklar çıkardım ya... helal olsun bana!

böyle düşünürken beklediğim heyecan geldi. içimizden bir şeyler "gidin kitap yazın ya" dedi. dışımız heyecanlandı, gözleri parladı. planlar hemen yapıldı, en kısa zamanda uygulandı.

pergeller ve matkaplar üretime başladı.

bir

beynimde zebaniler doğuruyordu sanki.
bol biranın beynimdeki yangını söndürdüğü gerçekti ama sonra bu bana yol, su, elektrik olarak geri dönüyordu. öyle ki gayet klişe bir üçlüyü bile umursamadan böyle kullanabiliyordum işte.
işten kaçıp yanına gittim. artık pek sık görüşemiyorduk ve onunla konuşmaya ihtiyacım vardı.
teras bir yere gittik, büyük bira 4 liraydı. ucuza yangın söndürücü, ne güzel. biraz sustuk, istanbul'da gün batımı ne acayipti. böyle bozcaada'daki, gökova'daki, ne bileyim alaçatı'daki gibi değildi. ne huzuru, ne neşesi, ne havası vardı. neyse ki konumuz bu değildi.
konumuzun ne olduğu kimin umrundaydı ki.
geçen sene askerden geldiğimde hayat bayram olacak sanmıştım, iş bu büyük bir sıçıştı. uzun uzun konuşmaya gerek yoktu. kredi kartı borçlarını, davarlamasına duvarlaşmayı, artık bibok yazamamamı, ruhumu boğazlayan gizli canavarları, efexor xr'ı, tüm bunları 'beyle beyle' konuşmaya gerek yoktu.
neye gerek vardı ki?
neye gerek varsa, sıkıntı vardı işte.
aklınıza gelebilecek ve hiçbir zaman gelmeyecek her şeyin ana kaynağı.
sıkıntı.
ben 3 tane 50'lik bira içtim, limonlu.
o da 2 tane dark içti. tarz meselesi.
üreten bir adam olup da bu duruma düşmeme üzüldüğünü söyledi.
1 hafta aralıksız uyuma planım ve uzaklara kaçma isteğim işe yaramazmış.
öyle diyorsa bir bildiği vardır, benim yok nasıl olsa.
dedim ya, malabadi köprüsü gibiyim son zamanlarda.
demedim mi lan yoksa? neyse, bazen karıştırıyorum.
alkol kana karıştıkça gelen neşeyle saçmalamaya başladık. en güzel yaptığımız şey buydu zaten.
da vinci şifresi zart zurt derken "pergeller ve matkaplar" diye bir şey çıkıverdi!
nasıl da şenlendik, gözlerimizde yıldızlar parladı.
karar verdik ve sustuk. hesabı ödeyip kalktık.
daha doğrusu, o ödedi.
ve işte bugün, kelimeler dökülmeye başladı..