30 Ekim 2009 Cuma

iki

ne kadar çok şey geçti aklımdan yazmaya başlayana kadar. hepsi birer cümlelik, kendi içinde anlamlı. şimdi hiçbirini yazmayacağım. o kadar bölük pörçük kaldılar ki, birleştirmeye çalışsam bir romanlık malzeme çıkacak.

bu roman yaşananları yazacağımız bir "tanıklık" olabilirdi. kadın ve erkeğin farklılaşan bakış açılarına daha uygun olurdu belki böylesi. ne uyduruk kurgular ne de yazılmak için yaşanmış olaylarla. ama yaşayarak. eğer yaşasaydık.

bir matkap bir pergele "bre pergel gel beraber bir 'romantaktak!' yazalım" demiş. ortada bir olay olsaymış bakış açılarına göre ameliyata alacaklarmış. ne var ki ellerinde sadece iş, güç, birkaç cümle, birkaç düşünce varmış. bunun dışında, ikisinin de askerde kardeşi varmış. ikisi de nefes'i izlemiş ve dağılmış. ama kardeşlerinden değil, film çok gerçek olduğu için. yoksa ikisi de biliyormuş mevcut şartlarda kardeşlerinin ciddi zarar görmeyeceklerini. yine de bilirsiniz, özlemek çok başka bir şey.

yok işte, bir olayımız bile yok. metrobüs geldi geleli yollarımız da ayrıldı. artık eve birlikte dönmek zor. elimizde bir dostluğumuz bir de her zaman korumaya çalıştığımız samimiyetimiz var. bunlar yeter herhalde yaşama dair bir roman yazmak için. kurgusuz, hiç komik veya eğlenceli olmayan, olabildiğince gerçek bir roman. ne kadar oluyorsa.

bir

her şey geçer, hiçbir şey geçmese de.

hayat kalırmış bir tek. öyle diyor şarkıda.

peki, geçer mi geçmiş?

şimdi, bu romanın sağlam bir kurguya ihtiyacı var.
eksikliğimizi örtemiyoruz bir türlü.

ha, tamamlanınca eksik kalmaz mı? orası ayrı.
ya da değil.

her şey birbirinden ayrı yazılır, hiçbir şey gibi.
ama işte değil, ayrı.

uzaylılar gelip kaçırsa mesela?

hmmm.. ya da bir uyansak ki bu zamana uyanmasak..

ı ıh. bu da yapıldı.

böyle asit masit karışsa da ayrana bedenlerimizi değişsek hani.
ben o olsam, o ben olsa.
böyle eğlenceli falan olsa.

ulan o kadar çok şey var ki yapılan, ne yapacağını bilemiyor insan.

eh, insan işte. nereden bilsin zaten.

yazılacak her şeyin çoooktan yazıldığını düşünürdüm küçükken.
ama yazıyoruz hiç durmadan, gördüğünüz gibi.

kelimeler...

oyuncaklar...

kıran, kırılan, kırdıran, döken, dökülen, kanan, kanatan, kanayan, kanatlandıran, kanat kıran, yaran, yaratan, yardıran, yaralayan, lanoğlulan.

yaz kardeşim.

çıkmaz sokaklar nereye çıkmaz?

vazgeçmiyorum sormaktan.

27 Ekim 2009 Salı

iki

tam zamanını hatırlamıyorum. buna neyin sebep olduğunu da. sadece nasıl hissettiğimi biliyorum. çok yalnız, neredeyse terkedilmiş. bir o kadar da suçlu ve kabullenmiş.

bir sabah uyandım. inandığım hiçbir şey bana günaydın demedi.

nereye kaybolduklarını merak ettim. yatağımın altına baktım, odaları şöyle bir dolaştım, en son buzdolabına bir göz attım. bir ağrı kesici aldım. o sabah kafamda onlarca ölümün ardından gelen bir doğum sancısıyla uyandım.

pek bir şey değişmemişti sanki. artık içimde ne allah korkusu kalmıştı, ne aile sevgisi, ne de toplum öğretisi. öyle bir reddedişti ki bu, o sabaha kadar neyle yaşadıysam silinmiş, ardında kocaman bir boşluk bırakmıştı. ayaklarımın altındaki zemin kaybolmuştu sanki, sırtımı yasladığım duvarlar, tutunduğum dallar birden gitmişti. çok, çok yalnızdım ve o zamana kadar "iyiliğim için" dayatılan her şeyi reddetmekle suçluydum. yer yarılsaydı da içine girseydim, bu halimle cehennem bile kabul etmezdi beni. ama kıyamet kopmamıştı, pek bir şey değişmemişti. hayat devam ediyordu ve okula gitmem gerekiyordu.

hazırlandım, servise bindim, okula gittim ve dersin başlamasını beklerken kafamı masaya koyup duvarı izledim. ya çok donuktu bakışlarım ya da gözlerimi kırpmıyordum. birileri gelip merakla suratıma baktı, omzuma dokundular. kafamı kaldırmadan gözlerimi onlara çevirdim, bir şey söylemedim. neden ölü gibi göründüğümü sordular. yaşadığımı söyledim.

bunların ne zaman olduğunu düşündüğümde hep 12 yaşım gelir aklıma. sanki ilkokulun bitimi sadece öğrenmek değil, öğrendiklerimden sonuç çıkarmak için uygun bir yaşmış gibi. masum yaşadığım son yılmış gibi. sonrası tam bir katliam.

anka kuşu kendini yakar ve küllerinden yeniden doğar. peki aynı kuş olarak doğabilir mi?

bir

bazen baş ağrılarımın beynimdeki doğum sancıları olduğunu düşünüyorum, demişti ya artiz niçe efendi, hani bir yıldız kayar ya birden, işte öyle bir şey.

ve herkes bienalde: "insan neyle yaşar?"
asıl soru şu olmalıydı: "insan neyle yaşamaz?"

tüketim toplumu tespitinin üstünden yıllar geçti, altından kim bilir neler. israf toplumuna hoş geldiniz. insanın kendi kendini israf edecek kadar müsrif olduğu o güzel topluma.

toplumu sevmedim hiçbir zaman, babasını da sevmezdim.
toplumun öğrettiklerinden iyi bir şey çıkmadı ki hiç, neresinden sevsem elimde kalır.

çünkü inanç yitirilen bir şeydir.
kaybolmak ve kaybetmek... işte bunu öğretirler durmadan.

ve hiç de durmazlar.

tak bakalım kulaklığı, ne çalıyorsa bahtına.

ve ben şarkımdan vazgeçmek istemiyorum oysa.

26 Ekim 2009 Pazartesi

iki

insanlar yazacak bir şeyler buluyorlar. ne tuhaf. ben mesela. o mesela. tam olarak ne kastettiklerini bilmesem de "sanat"la uğraşan veya bir dönem uğraşmış iki kadın mesela. az önce okudum, yeteneklerinden falan bahsediyorlar. şahsen cesaret edemiyorum ben "yeteneğimden" bahsetmeye. kalem tutup birkaç cümle yazabildiğimi biliyorum elbette ama yetenek... bak işte, o başka bir şey.

örneğin şimdi hem yeteneksiz hem de fikirsizim. fikirsiz değil de kelimesiz belki. malumunuz, konumuz rahatsızlık. daha da kötüsü, sebebi bilinmeyen, doğum sancısı gibi hissedilen rahatsızlık. herkes bilir de kimse yaklaşmak istemez hani. bende de öyle. hiç yaklaşmak istemiyorum bu konuya. rahatsızlık da bilir istenmediğini, bir süre sonra kendi kendine çeker gider zaten. ama gidene kadar...

ah bu doğum sancıları... çıkacak çocuğun sağlıklı olması tek dileğimiz.

bir

içim rahatsız.

tamam, ben zaten her daim rahatsız etmekten rahatsız olan bir rahatsızdım da..

bu kez başka türlü bir şey.

içim rahatsız, gerçekten.

büyük bir değişimin başlangıcı belki, belki de aslında hiçbir şey. tam tarif edemiyorum. herkes bilir, kelimeler yetmez bazen.

hiç düşündünüz mü? tarif ve itiraf aynı kökten nereye geliyor.

bir şarkı yazasım var, böyle acayip bir şey, böyle ibne gibi, karpuz gibi bir şey.

bir şey var.

bir yerde bir şey var.

kim bilir bulunmak üzere.

kim.
kimle.
nerede.

22 Ekim 2009 Perşembe

iki

tatil dönüşü kafam bulanık. sorunum, olan biten her şeyden çok keyif almış olmam. ikiye bölünmüş gibiyim.

bir kutup romantik. büyük heyecanların, kendini kaptırmaların, büyük depresyonların ve çok yüksekten yere çakılmaların taraftarı. "tamam işte," diyor; "daha ne istiyorsun? kontrol sende olduğu sürece sorun yok. kendini kaybedecek değilsin ya?"

diğer kutup bilinçli, neredeyse sillesini yemiş, yoğurdunu üfler gibi. "keyif veren hemen her şey böyledir," diyor; "zararsız görünürler, kontrolün sende olduğunu düşünürsün. iş işten geçince de çok güzel oldukları için bırakamazsın onları. kendinden vazgeçersin de ondan vazgeçmek istemezsin. aman dikkat!"

tek kaşım kalkıyor, yüzümde ciddi bir ifade. mantığım kontrolü ele aldığında böyle olur hep. bilincim konuşuyor, sesi sakin, yumuşak ama tonlamaları kesin, ipek eldivenin altındaki tokat gibi.

"sana keyif alma demiyorum, hobi olarak yine al. ama sakın ola kendini kaptırma, sakın zaafa dönüştürme. o zaman her şeyi kaybedersin."

şimdilik ne vazgeçilmez bir alışkanlık ne de dayanılmaz bir özlemin öznesi. ama bu düşünce aklımı kurcaladıysa bir bildiğim vardır. bildiğimden ziyade, kaybetme korkum oluşmaya başlamıştır.

bu da demektir ki, yeniden işe odaklanma vaktim gelmiş. pazartesiden itibaren ne aşırı keyif kurcalayacak kafamı ne de kaybetme düşünceleri. herkes işine dönecek, herkesin aklı başına gelecek.

çünkü ne demiş büyüklerimiz sevgili pergelim?
"bizi çalışmak kurtarır."

20 Ekim 2009 Salı

bir

ve şair burada kime seslenmişti ki:

"bence kaldırmalı bu doğum günlerini
insan bir yas gibi doğuyor yeniden."

nefes'i izledim, vatan sağ olsun.
titredim de kendime gelemedim.

ah...

anlaşılmak! - değil mi ama - sanki kimsenin olamaz.

19 Ekim 2009 Pazartesi

iki

tapu katastrof müdürlüğü ihtişamla sunar: bugün benim doğum günüm.

ne de sevimliyim bugün. haftanın ilk işsiz gününü kutluyorum, kendime tatil hediye ettim. çalışmamak daha ilk günden ne iyi geldi. içimdeki hayli boktan duyguları birazcık bile azaltmış değil, karamsarlığın doruklarında yaşıyor gibiyim ama vallahi de iyi geldi. şalterin indirilmesi başka bir şeymiş. şimdiden "bitecek ve her şey yeniden başlayacak" diye düşünüyorum. şu güzelim anın keyfini çıkarmayı bir türlü beceremiyorum bu aralar galiba.

kahraman türk askerim, üç kornerim bir penaltım, ablasının biricik conisi mektup yazmış bana. ağlattı, sonra güldürdü. çok salak bir kardeş kendisi, çok seviyorum. bir de "doğum günün kutlu olsun kardeşim" yazılı bir künye (askerlerin boyunlarına taktıkları şey künyeydi galiba) göndermiş. yutkundum. düşünüp düşünüp yutkunmaya devam ediyorum. neler düşündüğümü söylemek istemiyorum hiç.

pergeller ve matkaplar'ın en kötü yazısı oldu bu. kusura bakmayın. hatta doğum günü hediyesi olarak anlayış verin bana, hiçbir şey anlamasanız da.

bir

içim sıkkındı.
bu halde bir şeyler geveleyip tadını kaçırmak istemedim.

ne de olsa bugün onun doğum günüydü.
canım katastrofumun doğum günü.

bık bık edip kelimeler arasında debelenmektense bildiğim en güzel kutlamayı kondurmak istedim hikayenin tam göbeğine.

yağmur yağsın
güneş açsın
gökkuşağı insin başına

gül biraz
bugün sen
giriyorsun yeni yaşına


'böyleyken böyle' ne demek hiç bilemedim ama bilemeye başladım bıçaklarımı. delinin körü değil artık onlar.

bir şeyler değişecek.

ve pek yakında...

12 Ekim 2009 Pazartesi

iki

bir hatamı yakalamıştı. pek de incelikli göstermişti yazdıklarımı yeniden okumadığımı. dikkatsizlikti işte canım... zaten bu yazar kısmı çok dikkatli olsaydı redaktörler ne işe yarayacaktı?

her neyseydi efendim, her neyse.

bir cumartesi akşamıydı. bir oturma odasıydı. bir muhabbettir gidiyordu. bira vardı. soğuk soğuk, güzel güzel dökülüyordu boğazlardan. ılık sütten çok farklı, bin kere içilmiş biralar ve bin kere kurulmuş cümleler vardı etrafta. sosyalleşmek diyorduk bunun adına.

sonra bir adam geldi, yanıma oturdu. bin kere gördüğüm değil ama az çok tanıştığım, "ne var ne yok" seviyesinde olduğum bir adam. kafası çok güzel olsa gerekti, evdeki tek kadınla kadınlar hakkında konuştu. ikimizde de masumiyetten eser kalmamıştı herhalde. ama o umutsuzca arıyordu, ben kaybetmiş olmaktan memnundum.

çünkü yıllarca bir sürü bilgi biriktirmiştim kafamda. şimdi pek çok konu hakkında konuşabilir, ufacık bir falsoda insan harcayabilir, gerekli görmediğim herkesi eleyebilirdim. öyle bir eleme süreciydi ki bu, çevremde gereksiz insan kalmamıştı. kafamın içi beyazdan o kadar uzaktı ki, bir kere aşık olmayı denemiş, denemeye gerek duyduğum için başaramamıştım. öğrendiğim her şey sadece yolumdaki engelleri kaldırmıştı. sonra beyazdan benim kadar uzak, bazılarının leke saydığı renklerinden benim kadar memnun olanı bulmuştum.

sonra yatmaya gittim. sonra o geldi. sonra suratımı göğsüne yapıştırdım. kalbinin atışı, teninin kokusu, okşayışı, öpüşü, sevgisi sevindirdi beni. artık bir değildik, yeni değildik, zihinlerimiz ilk şaşkınlığından sıyrılmıştı. ne masumiyet ne de bilinçsiz bir çekim vardı bu işte. kimi sevdiğimi, sevgimin nedenini bilerek, kendimi olduğum gibi ve istediğim kadar açarak kucakladım onu. ayrı vücutlardaki kalplerimiz, farklı ritimlerle, birbirlerine bir ten uzaklıkta attı.

adem ve havva bilgi ağacının meyvesini yiyerek ne güzel bir iş yapmıştı.

9 Ekim 2009 Cuma

bir

yine bir oyunla karşı karşıyaydım.
acaba niye "stranger" yerine "strager" kelimesini kullanmıştı?

ah, kelimeler ve hep sözde kalan sözler.

ben ki nasıl da unutmuştum böyle bir şeyi yazdığımı
ve daha da mühimi, nasıl başarmıştım böylesine hissetmeyi?

ah ne ki.

*

ılık sütler döküldü boğazımdan
nasıl bir bırakıştı ki bu
daha önce bilmediğim
içimi sunar gibi incelikli ve telaşsız
sanki söküldü tırnaklarım
söküldü dişlerim de
seninkilere eklendi
eklendikçe çoğaldık
çoğaldık ve hep çoğaldık
yasladım binlerce başımı
milyonlarca göğsüne
kalakaldım öylece
söylemek istedimse bir şey
bilmiyorum istedim mi
söyleyemedim işte
nabzım mıydı koşturan
dökülmelerin peşinden
ve sökülmelerin
durdum öyle
yani durmadım da
durmuş gibi oldum
ne bileyim, öyle
ilk kez tanışır gibi
bir güvercine yem vermekle
ve tırnağını koparan bir çocuk mahçupluğunda
bilemedim bilemedim bilemedim
sustum
yani konuştum da elbet
ama söylemedim ki bir şey
söyledimse duymadım ben
duydukların sana kalsın
döküldü sütler boğazımdan
ılık ılık söküldü
aktı damarlarımdan bir şeyler
bilmediğim, anlamadığım bir şeyler
o bir şeyler ki
ne dedimse öyle
sana ben.
uyusam istedim
ve uyusan
uyusak o uzak beyaz çarşaflarda
uyanmayana kadar.
ki kalkarız
iç içe geçer etlerimiz
geçeriz kendimizden
herkes uyurken
biz saymayı unuturuz
ilk kez görür gibi bir denizi
ve ilk kez görürüz
hep.



[29.09.2006]

iki

delilik delilik dedikleri bir erasmus birkaç huni... eski deliriumlardan kimse kalmadığına göre delilik üzerine yazacaklarım atıp tutmanın ötesine geçemeyecek. hazır mıyız cevat abi? (evet!)

öncelikle şunu belirteyim, deliliğin övülecek bir yanı yok. bunu gençken veya gerçekten delirmeden anlamak kolay olmayabilir. ben de kendimi delirtene kadar kavramı çekici buluyordum ama hiç de matah bir şey değil (benim deliliğim de fasulyedendi bu arada, hastalık babında hiçbir şeyi fazla abartamıyorum.)

yine mutluluk, mutsuzluk diye zırvalayacağım ama belirtmeliyim, mutlu adam delirmiyor. herkesin memnun olmadığı şeyler var elbette, kimse aşırı rahat değil. ama bazılarını delirtmek için pamuk şekerini elinden almak yeterli olurken, bazıları ciddi travmalara ihtiyaç duyuyor. hatta bazıları var ki, travma bile kesmiyor. deliremiyorlar da deliremiyorlar. neden? sağlıklı dna'ları, dengeli hormonları ve sağlam sinirleri yüzünden. demek ki delirmemek için beslenmemize de dikkat etmemiz gerekiyormuş, sağlam kafa sağlam vücutta bulunurmuş. di mi sevgili okur?

beyin öyle acayip bir makine ki, iyiyi daha iyi, kötüyü en kötü görmeyi sağlayabiliyor. bir de bunu öyle güzel bir mantıkla sarıp sarmalıyor ki şerefsiz, "o kadar da değil aslında" diyemiyor insan. oysa dengede yaşıyoruz biz. büyük trajedilerimiz yok. "sen hissetmiyor olabilirsin, bizi neden genellemene alet ediyorsun lan düdük" diyebilirsiniz. kendinize uygun bir ilaç yutun ve mantıklı düşünmeye çalışın. nihayetinde, dünyanın sonu gelmiyor.

hem nedir yani? çok katlanılmazsa ölürsünüz, biter.

neyse efendim, delirmek çok zor ve aynı zamanda çok kolay bir şey, demek istediğim bu. hatta en sevdiğimiz delilerden joker der ki, "all it takes is one bad day to reduce the sanest man alive to lunacy. that's how far the world is from where i am. just one bad day." bir diğer demek istediğim ise, biz kolay kolay deliremeyiz. dış etkenler o kadar da koymaz bize, içimiz sağlam. neşeli olmamız, bazen abuk subuk hareketler yapmamız ne delilikten ne de aşırı dertsizlikten. sizin taraftan bakınca normal görünmüyor olabilir efendiler! size göre yaşamıyoruz ki biz sizin değerlerinizle yargılanalım!

içimizdeki huzursuzluk belki sizi delirtir, belki "ignorance is bliss" diye tam da aptallara layık bir cümle kurmanızı sağlayabilir. ama şunu bilin ki prensim, bizler yaşıyoruz. yalnız hayatta kalmıyor, gerçekten yaşıyoruz.

son olarak, yine güzide insan joker'den bir alıntı, bilmeyeniniz yoktur: "whatever doesn't kill you, only makes you strager."

ilaçlarınızı aksatmayacağınız, dengeli günler dilerim. bakın deniz baykal beni dinlemedi, koskoca chp şimdi ne halde.

bir

ne yapıyorsam ben, yalnızca yapıyorum bazen.
hani "öylesine" derler ya, o biçim.

en sevdiğim sorudur "niye?" ve bazen niyesiz, niyetsizdir yaptıklarım işte.

çok fazla şey var kafamda, beni yoran, bana hayatımı yorduran, yolduran.

karar almak = karar vermek -->
kararlar birbirini götürür
almak = vermek
mi olur?

ömür dedikleri, uzun soluklu bir alışveriş değil midir.
alıp verdiğin, kim bilir kimleri yendiğin.

ve yenilen bir elma nasıl sevinir.

kalabalıktan uzak durmak iyidir.
köyle yatan, şaşı kalkar.
şarkı söylemek lazım.

hadi gelin, biraz delirelim.
(gülünmesin hemen, şair burada geline seslenmiyor)

8 Ekim 2009 Perşembe

iki

hastalığım bitti. zaten benim hastalığım öyle salak gibidir, ayran gönüllüdür, balık hafızalıdır, bir günü bir gününü tutmaz. geçti gitti işte. evde yatmam bile gerekmedi.

oysa ben de istemez miydim şımarıklık yapayım, manitam üfleye üfleye çorba içirsin, annem saçımı okşayıp "aç ağzını bakayım, uçak geliyoooo" diye şirinlik yapsın, bir gün işe gitmeyeyim de şirket batsın... ooof dostlar, of! yok işte, olmuyor. ne güçten düşebiliyorum, ne şımarıklık yapabiliyorum, ne de birileri hastalığımı umursuyor. şirkete de bensiz bir bok olduğu yok. paşa paşa devam ederler. yazar olmasa da iş yapılmayacak diye bir şey yok ki. hem onlara başka yazar mı yok? hahhayt! ellerini sallasalar ellisi! (ama var mı benim gibisi? dırınınım?!)

eskiden çalıştığım yerlerin benden sonra zorlandığı haberlerini almış, sık sık da geri çağrılmıştım. gitmesem de dönmesem de devam ettiler sonuçta, o kadar da mühim bir şahsiyet olamadım hiçbir zaman. şimdi düşünüyorum da arkadaşlarımın, sevdiceğimin falan hayatından çıksam bir şekilde, onlar da gayet devam ederler. nedir yani? her insanın bir yeri vardır, gittiğinde boşluğunu bırakır. o boşluk başka şeylerle dolar, dolmaz, bilemem. ama mühim bir nokta var ki sevgili okur (ayrıca sevgili pergel veya matkap kişisi); bir insan evladı size hayatının eeeeen ama en en en önemli şeysi (misal insanı, çalışanı, sevgi pıtırcığı, anlamı - özellikle de anlamı) olduğunuzu söylerse hiç çekinmeyin, çakın bir tane suratının ortasına. öyle bir tokat aşkedin ki aklı başına gelsin, hayatının kontrolünü o an eline alsın. bunu söyleyen patron olursa çakmayın ama ters ters konuşun, bıyık altından küfür edin. "o kadar önemliysem bana neden ortaklık teklif etmiyorsun lan hıyar" diye bağırın gerekirse.

çünkü efendiler, biliniz ki, eşşeğim diyene semer vuran çok olur. siz kendinize değer vermezseniz, enerjinizi sonuna kadar kullanıp da bunu gereğince takdir etmeyen insanların hizmetine sunarsanız, bir de üstüne inat edip aynı kafada devam ederseniz sinirleriniz bir yerden sonra kaldırmaz. öyle bir haftalık tatil de sizi kendinize getirmez. bile bile kaybedersiniz, bile bile tükenirsiniz.

siz de bu dertten mustaripseniz hemen reçetenizi yazayım: durun! herkes sizden bir şeyler beklemeye devam edecektir ama gerekirse kafanıza vura vura kendinize "hayır" demeyi öğretin. yoksa bir gün huniyi takar, hayır yerine "skerim hüleayn" dersiniz.

ay işte sevgili gönül dostları... ağzı olan konuşuyor, iyi mi?

ayrıca, hemen bir olay da anlatayım, tüy dikmeden bırakmayayım. dün "delirelim" dedi bana. ne cevap vereceğimi bilemedim çünkü ne yapacağımızı anlamadım. bilmece gibi de konuşuyor, 30 soru sormadan bir cevap vermiyor falan. ben de attığı oltayı tuttum, sordukça soruyorum. delirmek diyor yahu, boru değil. bir de bayağı delirmek böyle. nasıl oluyorsa? her neyse, sordum ben, o da "küstüm, söylemem" dedi. bunu da anlamadım. sorup da yine cevap alamayınca "eaaah" dedim. daha doğrusu, "git buradan" dedim. o da gitti.

beklemediğim bir şey değildi, gider o. belki bozulmuştur, bilmiyorum. ama bozulmasa da gider. şimdi de erkek bakış açısıyla, daha doğrusu pergel ve matkap yorumuyla dinlemek istiyorum neler olup bittiğini. akıllanmadım işte, hala merak ediyorum. hem deliliği, hem trip gibi yorumlanabilecek oyunlu cümlelerin nedenini.

hişşş... kime diyorum?

7 Ekim 2009 Çarşamba

bir

"iş hayatında herkesin bir yedeği var ama senin hayatında kendi yedeğin yok." dedi.

evet, buydu, hep, işte.

6 Ekim 2009 Salı

iki

hastayım. her yönden. bir çöküntü yaşadığımı söyleyemem ama harika sayılmam. kan ve mukus kaybım vücudumu, kendilerini kaybeden hormonlarım ruhumu zorluyor.

hasta olmak iğrenç bir şey. sanırım nefret edecek kadar korktuğum tek şey. bu konuda daha fazla yazmak istemiyorum.

yalnız bir dip notum var, en derinlerden geliyor: bir gün kendimi öldüremeyecek kadar hastalanırsam (ki bu fiziksel de olabilir, zihinsel de) beni öldürün. inanın çaresiz zamanlarımı görmezseniz beni daha güzel anacaksınız.

bir

ama olsundu.

3 gündür hastaydım. 3 (yazıyla "üç") ne acayip bir gün sayısıydı. az mıydı, çok muydu, bilmem ama sıkıcıydı.

hasta olmak çok sıkıcıydı. büyüklerin "her şeyin başı sağlık" demesinin bir nedeni olmalıydı. sıkıcılık, onların aklına gelmiş miydi bilmem ama voltran'ın başını sağlık oluşturuyordu.

üst üste iki cümlede "bilmem ama" bağlaması da beni rahatsız etmişti. evet, oldum olası rahatsız bir insandım.

rahatsız etmekten rahatsız olan bir rahatsız.

bu tanımımla bir ödül alsam sevinir miydim, bilmiyorum.

kalbimin pır pır etmemesi kimin suçuydu?

düşüncelerimi kontrol edebilsem übermensch olur muydum?

ve kalbim niye pır pır etsindi ki?

bu kadar delilik yeterliydi. fazlası zarardı. yok yoktu ama bok vardı.

ne var ki, ben böyle iyiydim.

bir şeyler yapacaktım, biliyorum bunu. nereden bilmem ama zihnim bir yerden ısırıyor. güzel, iyi bir şeyler. beni sevindirecek, gururlandıracak, gerçekten seviştiğim insanlarla gerçekten paylaşacağım bir şeyler.

belki de sevişmek hep yanlış kullanılmıştı. sevmek ve sevilmek bir arada olunca işteş oluyor, adına da sevişmek deniyordu. herkes bir şekilde deniyordu. ve ben seksin duygulu hali dışında kullandığım bu yeni anlamdan memnundum.

çorbama bol limon sıktım. karabiber iyi geliyordu. bunu diyen eski bir tanıdığımız ölmüş olmalıydı, annem öyle dedi. hiçbir şey anlamadım. gerçi ben tanımıyordum. 5 yaşındayken gördüğü birini nasıl tanıyabilir ki insan. lunaparkta bindiğim tırtılı hatırlıyorum bir tek. ha, bir de gülümseyen güzel ablayı.
ah, abla ne güzel bir laftı.

bir sıcak, bir soğuk olmak çok salakçaydı. bir terlemek, bir üşümek. hiçbir boka halin yokken ofisten aranmak ve acil işlerin yetişmesi için imdat çekici olmak.

küfredecektim, vazgeçtim.
ve yine yaptım işte.

"özür dilerim, bir daha hasta olmayacağım."
diye son meylim vardı bir de.

2 Ekim 2009 Cuma

iki

mesela şimdi yağmur yağıyor olsa. böyle kocaman kocaman gri bulutlu. ama asla kahverengi değil. böyle uçsuz bucaksız gri bir kumsal. ama üzerinde yürümek için değil, soğuk kumlara oturmak için. mayoyla falan da değil. gayet pantolonlu, montlu, uçuşan kaşkollu. sonra böyle gri bir deniz olsa, üzerine düşen damlalar dalgalar arasında kaybolsa.

ve tek başıma olsam. yalnız olmanın da ötesine geçsem, dünyanın o bölümünde bir ben kalsam. kumsalda kapladığım minicik alanda, kafamın üzerinde mor bir daire oluşturan şemsiyemin altında birkaç saat yeter.

istediğim zaman geri dönsem ve herkesi yerli yerinde bulsam. kimse bozulmasa, biraz uzaklaştığım için kimse kırılmasa.

herkesin bir yağmuru olsa. ister içinde şemsiye bulunmayan bir şarkıyla, ister bir film eşliğinde yorgan altında.

olmaz mı? olur.

1 Ekim 2009 Perşembe

bir

içimden hiçbir şey gelmiyor.

böyle bir şey yazmak istemezdim. üzgünüm.
yalnızca, gerçek bu.

güzelce bir uyusam, cep telefonunun alarmı olmadan uyansam, mükellef bir kahvaltı etsem ve hiç kimse olmasa.

hiç kimse, kim?