29 Kasım 2009 Pazar

bir

üç gündür başım ağrıyor, çok fena.

bu aralar kimseyle olmak istemiyorum gibi, kendimle vakit geçirmem en iyisi sanki.

aklıma takılıyor: "jilet gürbüz'le dağcı seyfi topal harun'u çok dövmüşler."

delirmemek gerek. işin ucunda yaşamak var.

28 Kasım 2009 Cumartesi

iki

"erzincan bir liman, ben bir gemi,
bir daha gelirsem s.ksinler beni."

askeriyenin tuvaletine yazmışlar. ben yine ve umarım son kez erzincan'dayım. bir sürü iş var, aklıma düzgün bir şey gelmiyor. ilham almak için etrafa bakayım diyorum, her yer dağ anasını satiym. ayrıca bokum donuyor burada. üstelik hava erzincan şartlarına göre gayet güzel. normalde diz boyu kar olması gerekiyormuş, bu yıl dağlardan aşağı inmemiş henüz. küresel ısınma mı desem, annemin duaları mı desem, hava mevsim normallerine inmemekte direniyor. kardeş döndükten sonra sıcaklıkta ani düşüş haberleri alırsam annemi evliya ilan edeceğim.

ucuz içki geldi kıbrıs'tan, ben henüz göremedim. hayatımın kadınıyla da aylardır bir araya gelemedik. bir şekilde kimseyle görüşemiyor gibiyim. kendi isteksizliğim mi, doğa şartları mı, kozmik denge mi bilemiyorum. bir yandan da bu insanları görmek istiyorum aslında. ama bu aralar konuşmaktan ziyade dinleyesim var.

metroda mütemadiyen gördüğüm kayıp gül'ü okudum. iyiymiş. çok etkilenmedim ama. kitap kötü olduğundan değil, bildiğim ve tartışmak istemediğim şeyleri anlattığı için. uyuzun teki olduğum için pek sallamadım da diyebilirim. ya da erzincan'ın moralim üzerindeki etkisi yüzünden. pergel yazdığı için kara istanbul'u okumak istemiştim ama gittiğim kitapçıda kalmamış. dönünce bakacağım tekrar.

belki de sorun erzincan'da değil, odamın tek başınalığını özlemiş olmamda. burası kalabalık, üstüme geliyor. odada saklanacak yer yok. kendi odamda sadece duvarlar üstüme gelirdi bazen. burada ise yalnız kalmam zor. odadan çıkınca, normalde koku almayan burnum yüzlerce ağır tacize maruz kalıyor. daha da dışarı çıksam çok soğuk. bu şehir ne yapsa bana yaranamayacak. burada polyanna olamıyorum.

yine de neyse ki internet ve kitaplar var.

27 Kasım 2009 Cuma

bir

epeydir sessizdim. böyle, tuhaf bir şekilde.

hani geyik yapmak istersin de tadı olmaz, hani bir yıldız kaymaz ya birden. işte öyle bir şey.

evet: istifa ettim.
hiç kolay olmadı.

baştan kabullenin: her ayrılık zordur efendiler.

sonra komtan kardeşimi kıbrıs'a götürdüm. gitmişken de birkaç gün kafa dinleyeyim dedim. kafa dediğin şey de nasıl dinleniyorsa artık, öyle.

hayatımda ilk kez kumar oynadım. tabii ki kaybettim.
ama o kadar içkiyi o kadar ucuza almak çok zevkliydi. teselli ödülü kıprıs'ın olsun, bana ne.

sonra, telefonum çok çaldı. ayrılanın arayanı çok mu oluyor, ne.
işe gider gibi evden çıkıp dışarıda epey vakit harcadım. harcamak yerine geçirmek fiili de kullanılabilirmiş bak burada. niye edilgense artık deminki cümle, bilemedim.

hem kafamda bir şeyler var, güzel şeyler. hem freelance yaşamak istiyorum bir süre. yaşamak kısmı becerilecek gibi değil de çalışmak kısmı cici kısfmet işte.

sonra...

ne boktan bir metin bu be. of.
söylenmesine gerek yok, gayet farkındayım.

dönüşüm kurdeşen oldu.

12 Kasım 2009 Perşembe

iki

bence bir süredir, hatta belki de uzunca bir süredir hayatında bir değişiklik olmasını bekliyordu. benim heyecan dediğim şey, belki de hiç heyecanlı olmayan türünden. çünkü tek başına kalıp kafayı dinlemek bile bazen heyecan vericidir.

bu en güzelinden bir değişiklik. rutinden kopmanın ve belirsizliğin getirisi. oldukça korkutucu, bir o kadar da heyecan verici. ne de olsa heyecan dediğimiz şey bir endişe değil midir eninde sonunda? yeni bir işe başlarken yaşanan "tatlı heyecan" aslında korkunun harekete geçirdiği adrenalinden başka nedir ki?

işte o zaman kalbinin gerçekten çarptığını hisseder insan. karşısındaki kocaman bilinmeze sadece bir panik atak uzaklıktadır.

ben bunu, sıradan olandan biraz uzaklaştırdığı için severim. başkaları sevmeyebilir, bilemem. ama o ürkütücü yenilikler, sonucu boşluk olsa bile bir şeyleri harekete geçirir ya, işte ondan vazgeçmek zor. ne de olsa o boşluk da kesin değildir, her şey koca bir bilinmezdir.

ben sevindim açıkçası. bekle o'nu ağva. seni çoktan haketti.

bir

birinin seni evcilleştirmesine izin verirsen gözyaşlarını da hesaba katmalısın.

di mi küçük prens?

ağlamasınlar,
ay kuit.

ağva beni bekliyor...

11 Kasım 2009 Çarşamba

iki

bazen insan seviniyor be. sevilenler kendilerine zarar veren bir şeylerden vazgeçtiğinde falan. vapurlar geçince falan. çoğul çoğul cümleler kurunca falan. iyi yani bu.

çok alakasız şeylerle duygusal bağlar kuruyoruz ya bazen, bak o çok gereksiz işte. git ailenle, sevgilinle, arkadaşlarınla duygusal bağ kur. kalan herkesle selamlaşmasal ve işsel bağların olsun, mahallendeki bakkalla bile fazla kaynaşma. aman evladım, sakın kimseye fazla yaklaşma, kendine yaklaştırma. iyidir bu duvarlar. cidden bak. kendine birkaç kişi seç, onları sev sadece. kalanı gereksiz. kalanı zaten gidecek. sevdiklerin de gidecek belki ama "diğeri" dediklerim haydi haydi gidecek. fazla iz bırakmasınlar en azından, sadece mutlu anlar kalsın aklında. çünkü yaklaşınca, yaklaştırınca olmuyor o iş. biri birinin damarına basıyor mutlaka, basmasa da hafiften tekmeliyor. ne gerek var efendim? ne gerek var üzüntüye, sıkıntıya?

çünkü hayat bu. hayat ne evde yaydığın zaman, ne çalışarak geçirdiğin günler, ne de arkadaşlarınla attığın kahkahalar, döktüğün yaşlar. hepsi senin hayatın, hiçbiri olumsuzluklarla azaltılmamalı.

ben bu yüzden seviniyorum işte. sevdiklerim azalmayınca, kendilerine gelince güzel oluyor. iyi ki yapılıyor bu acayip hareketler.

10 Kasım 2009 Salı

bir

birinin ayrılacağını beyan etmesi ne acayip.
tekrar düşünmesi için zaman tanınması.

çok sevmenin her zaman işe yaramaması ya da yetmemesi işte, her neyse. ne.

gidiyorum ey okur.
düşünüp taşınmakla kalmadım işte, kendime taşınıyorum.

uzun uzadıya fenalaşmayacağım şimdi, zaten gitmeler tam bana göre.

pazar günü de zor asteğmen'e kız istemeye gittiydik, öfspor. neyse ki hanım kızımız muradına erdi de komtan da neşelendi. pazar sabahı gidiyor kıbrıs'a. 9 ay daha. doğum sancısı mıdır nedir mübarek.

30 yaşındayım ve şu cümleyi kurabiliyorum: "hayatta en kıymetli şey, kendimim, benim." şimdi bir ton ıvır zıvır, sessiz çığlık, sorgulu sual falan da... eh be. bu bana lazım işte.

ben kendime lazımım.
sonra sana.
sonra size.
sonra onlara.

ağva...
niyeyse, işte oraya.

başka hiç.
başka kapalı.

dinlenmek falan değil.
ben olmak için.

benim için: biraz değil, tam ben.

lütfen!

9 Kasım 2009 Pazartesi

iki

bir kış uykusu hayvanı olduğumdan mütevellit bu sabah da çok uykum vardı. ritüel gereği akşama kadar uyanamayacağımı, saat beş gibi uykusuzluktan delirip neşeleneceğimi düşünüyordum.

müzik dinlemek istemiyordum, kitap okumak istemiyordum, işe de gitmek istemiyordum açıkçası. yaklaşık iki haftadır parlak fikir bekleyen bir konu vardı. gecenin bir yarısı öksürerek uyandığımda aklımda olmasına şaşırdığım bir konu. bir şeyler çıkmıştı ama devamını getiremiyordum. çünkü bu da diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir üründü ve diğerleri gibi kendini en iyi olarak konumlandırmıştı. galiba reklamcılığın güzelliği ve iğrençliği tam da bu noktada kesişiyordu.

dolmuşta uyuyup metroya doğru sıkıcı bir yürüyüş yaptım. merdivenlerin bir bölümünü özgür irademle indim, bir bölümünde basamağın beni aşağı taşımasını bekledim. sonra metronun gelmesini bekledim. sonra binmek için sıranın bana gelmesini bekledim. sonra metronun kalkmasını bekliyordum ki...

içeri yaşlı bir çift girdi. küçülmüşlerdi, boyları kısacık kalmıştı. ikisi de buruş buruş ve bakımsızdı. adamın kafasında bir fötr şapka vardı, kadın kahverengi giyinmişti. ve el ele tutuşuyorlardı.

bir durak ve o durağın yakınlarında olması gereken bir hastane hakkında sorular sordular. birbirlerinin sözlerini kesmeden ama birlikte konuştular. üstelik "biz geç kalmayı hiç sevmeyiz" gibi çoğul cümleler kuruyorlardı. tanımadıkları insanlarla konuşmayı seven bir çiftti galiba, bana hangi durakta ineceğimi bile sordular. aradıkları durağa ulaşınca da yine el ele tutuşup indiler.

uykum açıldı. yüzüme bir gülümseme oturdu. metrodan hafif adımlarla indim, sabah sabah sevdiceği aradım. telefondan bir öpücük gönderdim ona, yaşlı çifti anlattım.

sonra ajansa girdim, insanlara günaydın dedim. bilgisayarı açarken onlara da çifti anlattım. "sen de mi öyle olmak istiyorsun?" diye sordu biri. fazla açıklama yapmadım, kısa ve biraz aksi bir cevap verdim. yeniden uykum geldi. akşama kadar uyanamayacağımı farkettim.

bir

günlerden cumartesi idi.

bir yanımızda bira, bir yanımızda futbol, bir yanımızda da pizza vardı.

bingo!
o ne lan, sobe! (evet, bu daha iyi)

"babayı alırsın komşu" kupası, 16 kişilik dev kadrosu ile marşlar eşliğinde sahaya çıktı.

komtan ve çavuşlara özel gerçekleştirilen bu havai fişek gösterisi, kentaki tavuklarıyla şenlendi.

kutu yerine şişe bira olsaydı, bu hafta migros'tan yurt dışı tatili falan kazanabilirdik ey okur.

bir kere de sen yaz, biz okuyalım.

al sana bakış açısı.

(sıpeşil tenks tu matkap)

hadi öbdüm bay.

*
pisi: sevgi anlaşmak değildir, mühendis de sevilir. (kaming suun)

7 Kasım 2009 Cumartesi

iki

genç kadın o gün evdeydi. pijamalarını çıkarmamış, sabahtan beri ertelediği banyoyu hala yapmamış, masa ve yatak ikigeni arasında turlamıştı. ikigenin çok saçma bir kavram olduğunu bildiği için araya bir de mutfak sıkıştırmış, 180 dereceyi tamamlamıştı. ufak da olsa yeni bir iş almıştı ama onu da sabahtan beri erteliyordu. bildiğiniz yayma günüydü yani. (bu paragrafı okurken aklından "mal gibi" benzetmesini geçiren biri olduysa teessüf ederim, arkadaşa öyle benzetme yapılmaz sevgili okur.)

genç adam da o gün evdeydi. evet sevgili pergel (nam-ı diğer dear pörgıl) senden bahsediyorum. ve (hah hah! sen kullanırsın da ben kullanmaz mıyım cicim?) genç adamla birlikte 15 erkek ve bir futbol oyunu da aynı evde bulunuyordu. hatta oyun muhtemelen birayla oynanıyordu. kahkahaları onlarca kilometre uzaktaki kulaklarıma kadar gelmişti. ne eğleniyorlardı kim bilir...

işte sevgili okur, bir cumartesi günü iki farklı bakış açısıyla böyle yaşanırdı. bundan çıkarabileceğimiz tek genelleme de erkek organizmaların konu playstation veya futbol olduğunda akıl almaz sayılarda adam toplayabilecekleriydi. şahsen ben 16 kadını bir araya getirebileceğimi tahayyül edemiyorum. belki "sizin de altın günleriniz var ama" diye itirazı yapıştıracaksın. ama yok öyle bir şey. en azından benim için yok. hem 16 kadın bulacağım, hem pasta, börek ve kısır yapacağım, bir de üstüne bana altın getirecekler. git allaaaşkına okur ya... sen beni ne sandın düdük? pizza siparişi verip iki kişi yemek varken...

kaldı ki buna bile üşeniyordum ve bırak bir arkadaş eşliğinde pizza yemeyi, kahvaltıdan sonra mutfakla ilişkimi neredeyse kesmiştim. annem "bu saate kadar bir şey yemedin mi?" diyene kadar baş ağrımın nedeninin açlık olabileceğini anlayamamıştım. ve evet, bu da böyle bir gündü. önce bir şeyler yemeli, sonra az da olsa çalışmalıydım. ne var ki yatağım yine beni çağırıyordu ve üşengeçlik iliklerime işlemişti.

bakalım maceramız ilerleyen saatlerde nasıl devam edecekti? ayrıca bu adamlar bira ve futbol yanında ne yemişlerdi?

6 Kasım 2009 Cuma

bir

pergeller ve matkaplar biralarla bir araya geldiğinde romantaktak! ile buluşuverdik. ve (noktadan sonra "ve" zengin gösterir bazen) bu buluşma için özel planlarımız vardı.

benzer olayları, salak hikayeleri, saçma durumları, farklı bakış açılarıyla dökmek. bir kadın ve bir erkek olarak, böyle değişik bir şekilde yansıtmak.

eh, ama gelin (damat biraz beklesin) görün ki o kadar kesişiyor ki içimiz, öyle bir benzeşiyoruz ki, cinsiyet falan hak getireyiz ki, sanırım başaramadık o süper kurguyu.

ama olsundu.

ben üzgün değilim. niye olayım? olsun varsın: bre hep böyle olsun.

ben böyle yazmayı seviyam. (fırat'a saygı!)

5 Kasım 2009 Perşembe

iki

küçükken daha çok balık yeseydim şimdi daha akıllı olur muydum? bugün aptal günlerimden biri. nöronlarım birbirinden kopmuş, beynime elektrik gitmiyor. ne parlak fikirler geliyor aklıma ne de anıları hatırlayabiliyorum. hiçbir şey yaşanmamış gibi değil, her şey bir perdenin arkasındaymış gibi. gün boyunca ne yaptım? bilmiyorum.

hiç sevmediğim günler bunlar. yaşanmamış günler gibi. neden geliyor, ne zaman geçiyor, hiç bilmiyorum. ben böyle günler yaşamak istemiyorum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

bir

hatırlamak?

iyiymiş de çevresi kötüymüş.
hatta unutmak hatırlamaktan daha iyiymiş.

rilke'yi severdim bir zamanlar.
şimdi sevip sevmediğimi hatırlamıyorum.

kim bilir şarkı neydi, defterde mi kalmıştı, hiç söylenmiş miydi, her konserde yanımızda mıydı, neydi.

ve ben, neydim.

geçmiş her şey niye güzel bir yanılsamaysa ve değilse,
son gördüğün rüya geçer öncekilerin önüne, öyle işte.

yok, ben artık her şeyi unutuyorum.

iki

yeni tanıştığımız zamanlardı. yanımda hep bir defter olurdu. taksim barlarından birinde buluşurduk. ben o zamanlar dark içmezdim. tarih milattan önce 1500, daha dark icat edilmemiş. konuşur da konuşurduk o zamanlar. bazen de susardık. bazen de yazardık.

öyle bir gün, yine limonlu bira içerken defteri aldın, yazmaya başladın. yeni bir parça çıktı. heyecanlandık, sevindik. erkan vardı bir de. o da sevinmişti.

hatırlıyor musun?

3 Kasım 2009 Salı

bir

yeni bir şarkıdayım.

"işimiz bitti."

nasıl dinlersen, öyle.

anlam dediğin çifttir.
tek başına yaşamaz.

kimsiz, nasıl, neyle.