17 Eylül 2009 Perşembe

iki

bu telefona mesaj gönderilebildiğinden sadece turkcell'in haberi var sanıyordum. sesi duyunca içimden küfür ettim. gönderenin ismini görünce içimden şaşırdım. mesaj içeriğini görünce içimden sevindim. dışımdakiler olan bitenden habersizdi. çünkü hayatımla ilgili hiçbir şey iş arkadaşlarımı ilgilendirmezdi.

cevapladım. çalışmaya devam ettim. çünkü duygu durumumdaki dalgalanmalar çalışmamı etkilememeliydi. içimde bir şeyler "kolaydı sanki" dedi. dışım bunu umursamadı. kendimle ilgili hiçbir konuda açık vermek istemiyordum. güçlü görünmek için değil. açıklama yaparak nefes tüketmek istemediğim için.

işten çıktım. trafik sıkışıktı. metroya bindim. konserve kutusundan halliceydi. taksim'e geldim. karınca yuvası gibiydi. istanbul çoktan dolmuştu, taşıyordu ve bu kimsenin gerçekten umrunda değildi. kalabalıktan kaçmak için evden çıkmamaya çalışan, sık sık boğulduğunu hisseden benim bile.

her zamanki kucaklaşmamız eşliğinde buluştuk. her zamankinden farklı bir yere ama hemen her zamanki gibi bir terasa oturduk. her zamankinden içtik. her zamanki rahatlığımızla sustuk. her zamanki gibi kerpeten yardımıyla konuştuk. hiçbir şey söylememize gerek yoktu. ama yine de...

benim hiç çocukluk arkadaşım olmadı. bu kavrama en yakın olabilecek kişileri 15'imden önce tanımadım. o da bunlardan biri. "istanbul'a döndükten iki saat sonra delirdim" dediğimde hiç şaşırmadı. daha bir ay önce aynı cümleyi kendisi kurmuştu. birbirimize hiç benzemesek de bir sürü ortak yönümüz vardı. bu yüzden araya ne kadar zaman girerse girsin, sanki daha dün görüşmüş gibi oluyorduk.

anlattı sonra. dinledim. sorular sordum. bir ara, sorulardan ne kadar sıkıldığını söyledi. düşüncesiz hissettim. kafası bu kadar iyi çalışan, bu kadar üretken bir adamın küstürülmüş olmasına sinirlendim. ama mevcut hali beni şaşırtmadı. sorumluluk saydığı durumları hiçbir zaman ikinci plana atamamıştı. egosu acı çekiyordu. tanıştığımızdan beri böyleydi, 30 yaşına gelince de bir şeyler değişecek değildi. onun mızrakları yoktu. kalkanı da çok hasar görmüştü. uyku istiyordu. uyku kaçıştı. kaçış işe yaramazdı.

böyle durumlarda ne yapılması gerektiğini hiç bilmem ben. doğru düzgün cevap veremem, kimsenin hayatına müdahale etmeye cesaret edemem. salak gibi bakarım öyle. ara sıra gülümserim. iki çaresizlik bir olunca o kadar üzülürüm ki, gülmeye başlarım. ona da "deniz kenarında bir yere git, yalnız kal, dinlen" diyemedim. öncelikle, giderse oluşacak zincirleme reaksiyonu anlatmıştı ve bir yere kadar haklıydı. bir yerden sonrası benim için külliyen varsayımdı. sonralıkla, karşımda oturan kişi ben değildim. ne söylesem bana uygun olacak, başkasının işine yaramayacaktı. bunun yerine kitap verdim. alkolsüz ve sistemli anlatım. temiz iş.

kitabın ilk sayfasına heyecanla ilgili bir şey yazdım, sanırım "heyecan en güzeli". sevgi dedi, uyum dedi, aynı şekilde devam etmez dedi. küfürle karışık "bana ne lan?!" dedim ben de. gerçeklerin farkındayım ve onlara uymak istemiyorum. sevgilim ilk günkü tazeliğinde kalsın, beni her görüşünde kalp krizi geçirsin istiyorum. işim hiç sıkıcı olmasın, her gün kıçımdan yeni bir fikir çıksın istiyorum. zaten 2-3 tane olan arkadaşlarımla aram açılmasın, her görüşmemiz yeni kahkahalar yaratsın istiyorum. daha fazlasını da istiyorum. evet, çok şey istiyorum. bu kadar istekle sıradan bir hayattan ütopik mutluluklar çıkardım ya... helal olsun bana!

böyle düşünürken beklediğim heyecan geldi. içimizden bir şeyler "gidin kitap yazın ya" dedi. dışımız heyecanlandı, gözleri parladı. planlar hemen yapıldı, en kısa zamanda uygulandı.

pergeller ve matkaplar üretime başladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder